“YEREL YÖNETİMLER YASA TASARISI; ÇAĞDAŞ BİR YEREL YÖNETİM NASIL OLMALIDIR?”
Cemal GÖKÇE (İMO İstanbul Şubesi Başkanı): “Yerel Yönetimler Yasa
Tasarısı ; Çağdaş Bir Yerel Yönetim Nasıl
Olmalıdır?” konulu panelimize hoş
geldiniz. Panelist olarak aramızda değerli katılımcı arkadaşlarımız var. Sağ
olsunlar; çok işleri olmasına rağmen bizi kırmadılar, bu değerli günlerini bize
ayırdılar. Ben, kendilerin, sırayla kürsüye davet etmek istiyorum.
Sayın Kayhan
KAVAS; İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdür Yardımcısı. Sayın Recep
YAZICIOĞLU; İçişleri Bakanlığı Merkez Valisi. Biz, kendisini aynı zamanda
Erzincan Valisi olarak -aynı zamanda eski Hamur Kaymakamı- tanıdık, hoş
geldiniz. Değerli Hocamız, ağabeyimiz Prof.
Dr. Cevat GERAY; sağ olsun, her zaman böylesi etkinliklerimizde
çağrıldığında geliyor, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim
Üyesi. Doç. Dr. Birgül Ayman GÜLER; Türkiye ve Ortadoğu Amme İdare Enstitüsü
Öğretim Üyesi, konusunda yetkili bir bilim adamımız. Yine meslektaşımız, yüksek
mimar, Mimarlar Odası Genel Başkanı, aynı zamanda gazeteci Sayın Oktay EKİNCİ.
Kendisi şu an aramızda değil, ama biraz sonra o da aramızda olacak.
Ben, değerli panelist arkadaşlarımıza tekrar “hoş geldiniz”
diyorum.
Değerli
arkadaşlarım, bugün ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde 70’i kentlerde
yaşamaktadır. Günümüzde yerel yönetimlerin temel amaçlarından birisi olarak,
insan yaşamını kolaylaştırmak ve zenginleştirmek olarak düşünülebilir. Birey,
yaşamını kolaylaştırması ve zenginleştirmesi için; sosyal yaşamın uygun olması,
ekonomik yaşamın uygun olması, siyasal ve demokratik koşulların da yeterli
olduğu bir zeminin bulunması, ister istemez gerekli koşullardan birisidir. Bu
zeminlerin oluşabileceği en uygun ortam, açıktır ki kent yaşamıdır.
Bugün ülkemizde
bir yandan yerel yönetimlerin güçlendirilmesi istenirken; diğer yandan da yerel
yönetimlerin birazcık merkeze, daha merkeze bağlanması istenmektedir. Bu
nedenledir ki, her siyasi erk, kendisine göre yasa tasarıları hazırlamaktadır.
Acaba hazırlanan bu yasa tasarısı, yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesi
konusunda kurumsal bir düzenlemeyi nasıl
sağlayacaktır? Yine “yerel yönetimler ile siyasi erk arasında ortak bir
platformun oluşması için, bu yasa tasarısı nasıl ve kimler tarafından
hazırlanmalıdır” konusu da başka bir sorudur. Yine genel yönetim yapısı, yerel
yönetimlerin güçlendirilmesiyle desantralize edilebilir mi? Yerel yönetimlere
verilecek fazlaca görevler, bir yandan da “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”
adı altında, siyasi erkin kendisini ifade etmesi anlamına mı gelir?
Yerleşmelerdeki yeni durumlar, bazı bölgelerde köyle kent arasındaki farkın
bugün ortadan kalkmış olması; bu durum yeni bir yasal düzenlemeyi ne ölçüde
etkilemektedir, ne ölçüde etkileyecektir? Yine yerel yönetimlerin yeniden
düzenlenmesi, bugünkü yerel yönetimlerin kendilerine bırakılabilir mi?
Yine henüz birey
olamayan bir toplumda yurttaş olmak, önemli bir insan hakları konusudur. Yine
yurttaşlık konusu, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk üstlenme konusudur. Bu
bağlamda yurttaşlık bilincinin oluşmasının temel altyapısında bulunmak ne kadar
anlamlı olabilir acaba? Eğer yurttaşlık bilincinin oluşmasında sorumluluk
taşınmıyorsa, yönetilecek bir topluluktan söz etmek mümkün müdür? Bu noktada
yasal düzenlemelerin mükemmel olması ne kadar anlamlıdır? Amaç bütünlüğü
olmayan bir yerel yönetimler düzeninin şurasına veya burasına yeni ilaveler
yaparak yeni Yerel Yönetimler Yasası demek, ne kadar gerçekçi olabilir?
Uluslararası
Yerel Yönetimler Birliği, bu konuda önemli bir amaçta birleşmiştir. Bu amaç,
etkin ve demokratik yerel yönetim geliştirme amacıdır. Yine bu temel amacın alt
başlıkları ve alt amaçları vardır; bunlar da yerel yönetimin konumu ve
yetkisini geliştirmek, yerel demokrasiyi geliştirmek, yerel hizmetleri
geliştirmek, yerel yönetimin örgütsel yapısını geliştirmek, yerel yönetimin
ekonomik kaynaklarını geliştirmek, yerel yönetimin insan gücünü ve kadrosunu
geliştirmek, yerel yönetimde yeni bir yönetim kültürünü oluşturmak olarak
tanımlanmaktadır. Bu amaçlara ulaşmak için de yapılması gereken çalışmalar ve
düzenlemeler vardır. Bunlar da kısaca şöyle sıralanabilir: Metropollerin
yönetimiyle ilgili yasal düzenlemeler nasıl ve hangi içerikte yapılacaktır?
Yeni ve demokratik bir denetim mekanizmasının kurulması nasıl mümkün olacaktır,
içeriği nasıl olacaktır? Yerel yönetimlerin ekonomik gücünü arttırmak için
hangi düzeni kuracaksınız? Yerel yöneticilerin yetkileri ne olacak? Başkanın
yetkileri, meclisin üzerinde nasıl düzenlenecek veyahut bu denge nasıl
sağlanacak? Meclis ve encümenin yetkisi nasıl düzenlenecek? Özel idarenin
işlevi ve yetkisi ne kadar olacak?
Açıktır ki, bu
ve benzeri soruların cevabı net bir şekilde verilemezse eğer, bu alt
başlıkların altı doldurulamazsa, bütün çabalar ve bütün çalışmalar anlamını
yitirebilir. İşte biz, önümüzün ve günümüzün çok temel gündem maddelerinden
birisi olan, gerçekten yerel demokrasi çerçevesinde sürekli değerlendirilmesi
gereken; insanlarımızı, yurttaşlarımızı katılımcı kılmakta, yaratıcı olmakta
önemli bir işlevi olan yerel yönetimler konusunu bugün değerli bilim
adamlarımızla, değerli katılımcılarımızla masaya yatıralım istedik. Bu çerçevede,
İstanbul’un bütün siyasi il yapılarına, il başkanlıklarına yazı gönderdik.
Kentimizde ilçe ve yerel düzeydeki, belde düzeyindeki bütün belediye
başkanlıklarına yazı gönderdik, kendilerinden katkı istedik; umuyorum ki bundan
sonraki sürede onlar da aramızda olurlar. Yalnız bu noktada Çatalca- Muratbey
Belde Belediye Başkanı Sayın Bayram Ali ÜNER aramızda, kendisine teşekkür
ediyorum. Bütün katılımcılara saygılar sunarken, ilk sözü Sayın Kayhan KAVAS’a
veriyorum. Biliyorsunuz ki yerel yönetimlerle ilgili yasa tasarısı gündemde; bu çerçevede katkısını ve
emeğini bildiğimiz Sayın Kayhan Kavas neler söyleyecek.
Buyurun Sayın KAVAS.
KAYHAN KAVAS (İçişleri Bakanlığı
Mahalli İdareler Genel Müdür Yardımcısı) : Sayın Valim, saygıdeğer
hocalarım, değerli Oda Başkanım, çok kıymetli belediye başkanları, değerli
inşaat mühendisleri, değerli davetliler, saygıdeğer hanımefendiler, kıymetli
beyefendiler... Öncelikle hepinizi en içten saygı ve sevgilerimle selamlıyorum,
bir tatil günü bizleri dinlemek için buraya geldiğiniz için teşekkür ediyorum.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Sayın Cevat Geray Hocam’la
burada son 1-2 yıldır zaman zaman aynı toplantılarda birlikte olmanın onurunu
ve şerefini yaşadım. Bu anlamda, konuşmama başlamadan önce, Değerli Hocamı bir
kez daha hepinizin huzurunda saygıyla selamlıyorum. Onların verdiği feyiz,
onların verdiği eğitim ve bilgi-görgü sayesinde şu anki görevlerimizi ifa
ediyoruz. Bu anlamda Değerli Hocama bir kez daha hürmetlerimi iletiyor, kusurum
olursa her zaman olduğu gibi yine düzelteceğini ve beni uyaracağını biliyor,
saygılarımı sunuyorum efendim. Bunu başlamadan önce ifade etmekte yarar
görüyorum.
Değerli konuklar, böyle
toplantılarda farklı yöntemler izleniyor. Zaman zaman tek başımıza bu
toplantılara katılıyoruz ve bir sunuştan sonra karşılıklı soru-cevap yöntemiyle
toplantıyı devam ettiriyoruz. Ancak, zaman zaman da - şimdi olduğu gibi- birden
fazla sayıda katılımcıyla beraber bu toplantılar yapılıyor ve böyle olunca, her
iki toplantının da yöntemi değişiyor. Her ikisinde de ilk konuşmayı yapmak bana
düşüyor, böyle bir açılışı yapabilmek çok kolay bir şey değil. Bu anlamda
hatalarımız olursa, -hele böylesine değerli konuşmacıların bulunduğu bir
ortamda- şimdiden özür diliyorum.
İlk başta benim konuşmam icap
ettiğine göre, önce yasa tasarısıyla ilgili genel açıklayıcı bilgileri vermek gerekir diye düşünüyorum. Takdir edersiniz ki,
70 maddeyi bulan böylesine bir tasarıyı 20 dakika içinde
hemencecik sunuvermek çeşitli zorlukları içermekte ve biraz sonra sizlerin
de görebileceği
gibi, belki her
bir madde kendi içinde ayrıca, saatlerce ve günlerce, hatta daha uzun bir süre
tartışılabilecek önemli hükümler taşımaktadır. Bu anlamda böylesine hızlı bir
kuşbakışı geçiş için sizden özür dileyeceğim. Ancak ilerleyen bölümlerde, gerek
değerli katılımcıların, gerekse sizlerin konuyla ilgili daha açıklayıcı ya da
daha genişletici sorularınız olursa, o konulara geri dönebilirim. Bu anlamda
yapmış olduğum bir sistemleme gereğince tasarıyı dikkatlerinize sunmaya
çalışacağım.
Bu arada elimdeki tasarıyla
ilgili çok taze bir bilgi aktarmak istiyorum. Ben, dün akşam geldim, Ankara’da
yine bir toplantıdaydık. Dön gece uçaktan indikten sonra, hatta uçağa binerken,
NTV haberlerini de radyodan dinledim; yasa tasarısının dün akşam Bakanlar
Kurulu’ndan imzadan geçip, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuş olduğunu
öğrendim. Yani şu an elimde tuttuğum yasa tasarısı, -ki değerli bilim
adamlarının eleştirileri ile o kadar sık değişiyor ki, biz bile takip
edemiyoruz, “ bu artık kaçıncısı” diye- en sonuncusu, fırından en son çıkanı ve
son haliyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gündemine geleni. Bu tasarı
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’na aynen bu şekilde mi gidecek
sanmıyorum. Komisyonlarda yeni birtakım ilaveler ve katkılar olacaktır. Bu
katkıların olumlu anlamda olacağını düşünüyorum.
Yasa tasarısında ilk bölüm,
öncelikle mahalli idareler ile merkezi
idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet ilişkilerini düzenlemektedir.
Yani tadat edilmektedir. “Hangi tür hizmetler merkezi hükümetin işidir, hangi
tür hizmetler mahalli idarenin işidir” diye.
Tasarı ile;
adalet, savunma, güvenlik, dış politika, maliye, ticaret, gümrük,
tapu-kadastro, nüfus, sivil savunma, din hizmetleri, milli eğitim, ormancılık,
ulusal-bölgesel bütünlük içinde yürütülmesi gereken hizmetler ile ulusal
politika ve standartları belirleme amacını güden hizmetleri merkezi hükümetin
görevi olarak görülmektedir. İlgili kanunlarda temel görevi bunu yürütmek olan
kurumların vereceği izin ve esas standartlar çerçevesinde; eğitim, sağlık, sosyal
yardım, gençlik ve spor, kültür, sanat, turizm, tarım, orman, ağaçlandırma,
çevre, bayındırlık, imar, ulaştırma, zabıta hizmetleri, itfaiye hizmetleri
sanayi ve ticaret alanındaki mahalli ve müşterek nitelikteki hizmetler de yerel
yönetim hizmetleri olarak kabul edilmektedir.
2. maddede bir genel
görevlendirme yapılıyor: “Asıl görev ve hizmetlerin yanısıra, kanunların
yasaklamadığı veya münhasıran başka idarelere vermediği mahalli ve müşterek
nitelikteki ihtiyaçları karşılamak üzere verilen hizmetler de yine mahalli ve
müşterek nitelikteki ihtiyaçları karşılamak üzere de verilen hizmetler de yine
mahalli idarenin görevidir.” deniliyor.
Bu ana girişten sonra, mahalli
yapının güçlendirilmesine ilişkin ne tür düzenlemeler var; ona değinmek
istiyorum. Özellikle fiiliyatta birçok kişinin ilgisini bu alan çekiyor; yani
“siz, özellikle yerel yönetimlerde mali yapının güçlendirilmesine ilişkin ne
gibi yeni düzenlemeler getirdiniz?” şeklinde sorular yönlendiriliyor; o nedenle
en başka bunu belirtmek istiyorum: Genel bütçe vergi gelirlerinden belediyelere
nüfus esasına göre verilen şu anki yüzde 6’lık pay yüzde 8’e çıkartılıyor, bu
tüm belediyeler için geçerli. Bir de büyükşehirlere benzer şekilde ilde
toplanan genel bütçe vergi hasılatının % 5’i o ildeki belediyelere nüfuslarına
göre dağıtılıyor. Özellikle sırf bunun için; yani o % 5 gelire ulaşabilmek için
büyükşehir olabilme mücadelesini bir anlamda rahatlatmak, o konuda diğer
belediyelere de aynı imkânı sağlamak için getirilmiş bir düzenlemedir. Yine
kalkınmada öncelikli yöre belediyelerine genel bütçeden binde 5’lik bir pay
ayrılıyor. 900’lü hatlar, özel mesaj servisleri ve benzeri ve cep
telefonlarının haberleşme vergisi kapsamına alınması ve haberleşme vergisinin
kapsamının yüzde 1’den yüzde 2’ye çıkarılması bir başka düzenlemedir. Öte
yandan, doğalgaz da, elektrik ve havagazı tüketim vergisi kapsamına
alınmaktadır.
Hizmet karşılığı alınan
ücretlerin belirlenmesinde maliyet ve verimliliğin esas alınması, bir temel
kural olarak benimsenmektedir. 1992 yılından beri arttırılmayan ve bu nedenle
de sembolik hale gelen çeşitli belediye harçları; imar, işgal ve benzeri
harçlar ile tarifeler 100 kat arttırılmakta ve enflasyona karşı değerinin
korunması için de her yıl yeniden değerleme katsayısı oranında belirlenmesi öngörülmektedir.
Belediye bütçelerinden bazı kamu
kurumları için ayrılan yasal payların tamamı kaldırılmaktadır. Resmi ve özel
televizyon kuruluşlarından Radyo- Televizyon Üst Kurulu Yasası gereğince tahsil
edilen gelirin yüzde 10’u belediyeler payı olarak ayrılmaktadır. Bunun yüzde
10’u da Sinema ve Müzik Sanatlarını Destekleme Fonu payı olarak ayrılması
öngörülmektedir.
Katı atıklarla ilgili olarak çok
önemli bir düzenleme getiriliyor; bu düzenlemenin lehine olan görüşler de var,
aleyhine olan düşünceler de var. Getirilen düzenleme ise şöyledir: Çevre
temizlik vergisinin yerine, o yerin belediye meclislerinin belirleyeceği ve
mülki amir tarafından onaylanacak, bedel alınması öngörülüyor. Ne şekilde
olacak; ilerde daha geniş şekilde açabilirim. Yine maden işletmelerinden
mahalli idare payı alınıyor, onun hakkında da ayrıntılı bilgi verebilirim.
Önemli bir diğer gelişme de bana
göre şu: Şu anda eğitime katkı payı olarak alınan çeşitli vergiler var
biliyorsunuz; bu uygulama sona erdikten sonra, aynı vergi kalemleri mahalli
idare hizmetlerine katılım payı olarak düzenleniyor. Bu, çok önemli bir düzenleme
bana göre. Uygulamaya konulma yılı, eğitime katkı payı bittikten sonra olacak.
Tabii o tekrar uzatılır mı, bilmiyorum; ama uzatılmadığı takdirde, mahalli
idare hizmetlerine katılım payı olarak devam edecek. Bu payın % 25’i il özel
idarelerine, % 75’i belediyelere verilecektir.
Bu anlattıklarım, belediyelerle
ilgili mali yapının güçlendirilmesine ilişkin esaslardı. Özel idarelere ilişkin
olarak da, İstanbul İlinde toplanan genel bütçe vergi gelirinin binde 7’si
İstanbul İl Özel İdaresi’ne verilecektir. Bu, sadece İstanbul’la ilgili özel
bir hüküm. Genel bütçe vergi gelirlerinden il özel idarelerine il özel
idarelerine nüfus esasına göre dağıtılan şu anki yüzde 1.12’lik pay, kademeli
olarak yüzde 3.32’ye çıkarılacaktır. İstanbul hariç, İstanbul’u biraz önce
açıkladım, Kalkınmada Öncelikli Yörelerde bulunan il özel idarelerine yine
binde 3’lük bir gelir yaratılmaktadır, tıpkı belediyelerde olduğu gibi. Bazı
belediye vergi ve harçlarının belediye ve mücavir alan sınırı dışında il özel
idaresi tarafından da toplanabilmesine imkan getiriliyor; yani belediye
sınırları içinde toplanan bazı vergiler, belediye sınırları dışında da il özel
idareleri tarafından toplanabilecektir.
Sıcak ve
soğuk maden sularının gayri safi hasıladan alınacak % 5’lik bir pay, belediyelerde
olduğu gibi madenlerden pay alınabilmesi, devletin hüküm ve tasarruf altında
bulunan ve ormanlık alanlarda bulunan her türlü taşocağının kiralanması ve
gelirinin tahsilinin il özel idaresi tarafından yapılması hüküm altına alınmaktadır.
RECEP YAZICIOĞLU (Merkez Valisi): Emlak Vergisinden
bahsetmediniz.
KAYHAN KAVAS : Tasarının bir başka
bölümü , imar düzenine ilişkin düzenlemeler idi. Bu çalışma bizim yasa
tasarımızın çok iddialı bir kısmı idi, çok da emek vermiştik, bir hayli de
kapsamlıydı. İmar ile ilgili pek çok konuda düzen ve disiplin getirdiğini
düşünüyorduk, en azından biz öyle düşünüyorduk. Ancak, bu düzenlemeler
tasarıdan çıkarıldı. İmara ilişkin iki sayfalık düzenleme kaldırıldı. Onun için
biraz da mahzun bu iki sayfayı geçiyorum.
Rezan Hanım, beni bu toplantıya
çağırdığında, ben ilk önce katılmak istemedim. Rezan Hanım, tuttuğunu koparan
bir hanım, Sayın Oda Başkanı’nın yanında onu kutluyorum, çok ısrarlı bir
şekilde çağırdı. Dedim ki; “Rezan Hanım, imara ilişkin hususlar tasarıdan
çıktı. İnşaat mühendisleriyle neyi tartışacağız.“ Fakat Rezan Hanım çok ısrarlı
davrandı, dedi ki; “Olsun, diğerlerini tartışırız ya da imara ilişkin çıkan
hususların neden çıktığını konuşuruz” O anlamda kendisini kıramadım, çok nazik
bir hanımefendi, o nedenle sizlerle bugün beraberim.
İmarla ilgili hususlar neden
çıktı ? Bayındırlık Bakanlığı, yeni hazırlamakta olduğu İmar Yasasıyla bu yeni
düzenlemelerin hepsinin bir çerçeve içinde, bir şemsiye içinde düzenleneceğini
söyledi ve dedi ki, “Bunun parça parça farklı yerlerde çıkması uygun değildir”.
Ve o nedenle tasarıdan imar ile ilgili düzenlemeleri çıkması konusunda çok
kesin ve kararlı tutum takındı. Yasa tasarısı Meclis gündemine bir an önce
ulaşamadığı için de çok ciddi tepkiler ve sıkıntılar vardı. Hani çocuğumuzu bir
yerde bırakırmışçasına, imarla ilgili hususları bırakmak durumunda kaldık. Bu
nedenle, yasa tasarısını
anlatmaya iki
sayfayı atlayarak devam ediyorum; imarla ilgili hususlar ne yazık ki yok. Ancak
Meclis gündemine bunların geleceğine inanıyorum veya öyle olmadığı takdirde de
yeni düzenlenmekte olan imar Yasasında aynı felsefenin yer alması gerektiğinin
de kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum.
Özellikle şunu ısrarla
vurguluyorum: Bakanlığımız, görevleri kompartımanlara ayıran bir anlayışta
değildir. Yani “Kültür, Kültür Bakanlığı’nın işidir, imar Bayındırlık
Bakanlığı’nın işidir, güvenlik İçişleri Bakanlığı’nın işidir” görüşlerine
katılmıyoruz. Devleti oluşturan tüm organlar bu görevlerin yerine getirilmesi
konusunda üzerine düşeni yapmak zorundadırlar. Kaldı ki belediyeler, il özel
idareleri belli konularda değil, toplumun tüm alanının ilgilendiren konularda
genel görevlidirler. İmar konusunda da görevleri ve sorumlulukları vardır. O
anlamda bu kanunda imarla ilgili düzenlemeler yapılabilirdi diye düşünüyoruz;
ama bu anlattığım gerekçelerden ötürü, imarla ilgili düzenlemeleri atlıyorum.
OKTAY EKİNCİ (Mimarlar Odası Genel Başkanı): Mevcut tasarıda neleri
çıkarttınız? Siz ne düşünmüştünüz ki, çıkarttılar; lütfen bunu dinleyelim.
KAYHAN KAVAS: Efendim, imara ilişkin
hususların hepsi, yani imara ilişkin bölümün tamamı çıktı; dolayısıyla bu
tasarıda imara ilişkin hiçbir şey yok. Gerekçesi de, dediğim gibi, “ İmar
Kanunu’nda bu gereken düzenlemeleri yapacağız; bu sizin önerilerinizden de
orada faydalanacağız, bunları da orada değerlendireceğiz” şeklinde söylenildi.
İmar Kanunu’nun hazırlanması esnasında da hem tasarıdan, hem de bizim bu
anlamdaki görüşlerimizden de faydalanacağı ifade edildi. Bu nedenle çıktı. Ne
çıktı? Biz, öncelikle şunu düşünüyorduk: Türkiye’deki temel sorunlardan bir
tanesi, makro düzeydeki planlama eksikliğidir. Temel yaklaşımı buydu. Bölge
planlamamızın yapılma yetkisi Devlet Planlama Teşkilatına ait; ama Devlet
Planlama Teşkilatı bunu yapmıyor; kanunla kendisine verilmiş, ama yapmıyor. Bu
anlamda Türkiye’de belediyelerin durumundaki bölünmüşlüğün de farkındasınız;
yani aynı kentin içinden geçerken, 5-6 tane, bazen 10 tane belediyenin içinden
geçiyorsunuz. Dünyanın başka bir yerinde var mı, bilmiyorum. Ancak bir yerden
geçiyorsunuz, bakıyorsunuz; bilmem ne belediyesinden çıkmışız, bilmem ne
belediyesine girmişiz. Böyle bir şey olabilir mi ? Aynı bölge içerisinde çok
farklı yapılaşma kuralları, yapılaşma şekilleri...
Biz önce dedik ki; bir yerden
başlayalım. Nereden başlayalım; ilin bütününden başlayalım, hiç değilse ili bir
planlayalım. Bu, yeterli bir makro ölçüt müdür, tartışılır. Ancak en azından şu
anki mevcut durum düşünüldüğünde, soruna çözüm olabilecek bir düzenlemedir. Bu
anlamda il gelişim planlarının hazırlanması esası getirildi; her ilde bir
gelişim planı hazırlanması esası getirildi. Bu il gelişim planlarının
hazırlanmasıyla ilgili olarak da bir “İl İmar Planlama Kurulu” oluşturuldu. Bu
kurul geniş katılımlı bir oluşumda. Kurul, öncelikle o ilin mülki sınırlarını
esas alarak bir il gelişim planı hazırlayacaktı. Böylelikle bu il gelişim
planına bakıldığında; ilin neresinin sanayiye, neresinin ticarete, neresinin
turizme, neresinin kültür ağırlıklı işlevlere, neresinin başka konulara
ayrıldığı görülebilecekti. Böylelikle il gelişim planına uygun olarak
belediyeler kendi alt ölçekli planlarını hazırlayabileceklerdi. En temel
düzenleme bu plandı ve bu planın hazırlanmasında da son derece geniş katılımlı
bir yapılaşma getirmiştir; meslek odaları katılacaktı, sivil toplum kuruluşları
görüşlerini bildireceklerdi. Bu planın hazırlanmasıyla ilgili olarak da il özel
idareleri, mutlak suretle bütçelerine gerekli parayı ayıracaklardı. Yani “Param
yok, bu planı hazırlayamıyorum; hadi merkez para göndersin” değil; il özel idare
bütçelerinden bu amaçla kesinlikle para ayrılacaktı ve il özel idarelerinden bu
parayla da belli bir süre içerisinde bu il gelişim planları hazırlanmış olacaktı.
Şu anda 10.000 altındaki
belediyelerde imar planı yapma zorunluluğu yoktur. Tüm belediyeler için imar
planı yapma mecburiyeti getiriliyordu ve imar planını yapmadan da inşaat
ruhsatı veremeyeceklerdi; yani orada yapılaşma olmayacaktı.
Efendim, önemli bir husus da; -bu
çok tartışma yaratıyordu- kaçak ve ruhsatsız yapı yapanlarla mühür fekki yapanlara
gerekli yıkım kararını almayanlara, uygulamayanlara, kanundaki istisnalar
dışında hisseli satış yaparsa, hürriyeti bağlayıcı cezayla, hapis cezasıyla
cezalandırılacaktı ve bu ceza da paraya çevrilemeyecekti. Kaçak ve ruhsatsız
yapı yapanlara kamu
hizmeti
götürenlere de hürriyeti bağlayıcı ceza hükmü konulmuştu, yine paraya
çevrilmeyecekti. Kaçak ve ruhsatsız yapıların yıkım kararını uygulayıp, yıkım
masrafları tahsil edilinceye kadar üçüncü kişilere satışını yasaklamak için de
tapu sicillerine kayıt koyacaktı.
Belediye ve il özel idare
meclislerinde kurulacak imar komisyonlarına ilgili odalar katılacaklardı.
Büyükşehir, ilçe ve alt kademe belediye meclisinin sadece imara ilişkin
kararları büyükşehir belediye meclisinin onayına sunulacaktı. İmar planının
zamanında hazırlanmasını sağlamak üzere hazırlık ve onay aşamasında sınırlayıcı
süreler getirilmişti, belli süreler içerisinde onaylanmadığı takdirde nasıl
yürürlüğe gireceğine dair birtakım hükümler vardı. Belediye kuruluşunda “imar
yönünden belediye kurulmasında sakınca yoktur" kararı verilmesi
gerekiyordu. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı valiliklerin ve belediyelerin fen
ve imar konularına giren her türlü iş ve işlemlerini denetlemekle
görevlendirilmişti. Kamuya ait arazilerde veya devletin hüküm ve tasarrufu altında
bulunan yerlerde izinsiz yapılan yapıların mülkiyet ve tasarruf hakkı, başka
hiçbir işlem ayılmasına gerek olunmaksızın kendiliğinden, yapının yapıldığı
arazi sahibi ve idareye ait olacaktı.
Efendim izninizle tasarının
diğer bölümlerine geçmek istiyorum. Açıklık, katılım ve halkın denetimine
ilişkin düzenlemeler: İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü, bu
tasarıda katılım, açıklık, halkın yönetime daha fazla katılmasına büyük önem ve
ağırlık vermektedir; bunun özellikle bilinmesini istiyorum. Bu anlamda halkın
daha çok katılımını sağlayacak, her türlü çalışmayı da yürekten
desteklemekteyiz. “Yerel Gündem 21” çalışmalarına çok aktif olarak
katılmaktayız. İlgili valiliklere ve belediye başkanlıklarına iki tane genelge
göndererek, “Yerel Gündem 21” çalışmalarına bütçelerinin hangi fasıllarından
nasıl para harcayabilecekleri konusunda açıklamalar yaptık ve yapılan
toplantıların büyük çoğunluğuna da mutlaka merkezden de gidip oradaki çalışmaları
yüreklendiriyoruz, teşvik ediyoruz. Buna benzer konularda, yine kültür ve
tabiat varlıklarının korunması ve yaşatılması konusunda halkın katılımını
sağlayan çok geniş çalışmalar yürütmekteyiz. Sayıları 20’yi aşan sivil toplum
kuruluşlarıyla beraber çok yoğun çalışmaların içindeyiz; ÇEKÜL Vakfı’yla,
Eğitim Gönüllüleri Vakfı’yla, Türk Diyabet Vakfı’yla, Anne ve Çocuk Emeğini
Değerlendirme Vakfı’yla, şu anda aklıma gelen belki 20’den fazla vakıfla, sivil
toplum kuruluşu, dernek ve vakıfla birlikte ciddi çalışmalar yürütmekteyiz. Bu
anlamda yasa tasarısındaki açıklık, katılım ve halkın yönetime katılmasına
ilişkin düzenlemelere de büyük önem verdiğimizin bilinmesini istiyorum.
Tasarı da bununla ilgili neler
getiriliyor? Şöyle bir hüküm var; “Belediyeler ve il özel idareleri, açıklık ve
katılımı sağlayıcı, toplum kesimlerinin bilgi alma, görüş oluşturma, öneride
bulunma haklarına saygı gösterecekler, buna yardımcı olacaklar, bu konuda
çalışacaklar.” Böyle bir mecburiyet getiriliyor, bu bir temel felsefe. Gerçek
ve tüzel kişilere belediye ve il özel idare karar organlarının karar ve
toplantı zabıtlarının kendilerini ilgilendiren kasımlarını isteme hakkı
getirilmektedir. Belli bir süre içinde sadece fotokopi masrafı veya neyse, onu
karşılamak kaydıyla toplantı zabıtları temin edilebilecektir. Belediye
meclislerinde genel görüşmeyle ilgili düzenlemeler daha belli esaslara bağlanmaktadır. İl özel
idare ve belediyeleri 3’er aylık mali durum raporlarını hemşehrilerine açıklamak
zorunluluğu getirilmektedir. Bu, bana göre önemli çok önemlidir. Yani ilgili
kişi, bu 3 ay içerisinde benim özel idarem, benim belediyem ne yapmış, nereye
ne kadar para harcamış, nerede neyi biriktirmiş, nerede yatırım yapmış veya
yapmamışı değerlendirebilecektir.
Bir diğer konu da; mahallelere
verilen önemdir. Muhtarlık müessesesi son derece önemlidir ve ülkemizin uzun
yıllar birikiminden gelen bir müessesedir. Buna çok saygı gösteriyoruz ve özünü
bozmadan, koruyarak, belediye-mahalle işbirliğini arttırıyoruz. Belediyelerin,
mahalle muhtarlarının mekan açısından ve araç-gereç açısından desteklemesi
konusunda hüküm getiriyoruz. Şu anda da yapan bazı belediyeler var; ama bu
konuyu daha net tanımlıyoruz. Dediğim gibi, mahalle muhtarlığının özüne zarar
vermeden; çünkü bu konuda çok farklı düşünceler de geliyor. Belki bu tür amaçla
50’den fazla toplantıya katıldım, bu toplantılarda farklı katılımcılar vardı;
bazıları, “mahalle muhtarlarına araba tahsisi, eleman tahsisi yapılmasını
istiyorlardı. Biz, bu kanıda değiliz, şu anki yapısıyla halkın içinden gelen ve
o anlamda temsil
yeteneğinin daha güçlü olduğunu düşündüğümüz bu kurumun özünü
bozmama gayreti içindeyiz.
RECEP YAZICIOĞLU: Tasarıda belediye başkanına
makam arabası
var mı?
KAYHAN KAVAS: Sayın Valim, oraya
geleceğim, müsaade eder
misiniz?
Efendim bu tasarıda kadro standardizasyonu var; yani ilgili bakanlıkların görüş
ve önerileri alınarak, belirli esas ve öncelikler içerisinde , yani o bölgenin
turizm , kültür, gelişmişlik düzeyi gözönüne alınarak yerel yönetimler belli
standartlara alınarak eğer kadrosunda boş bir yer varsa, ilgili yerel yönetim
birimi ilgili esaslar çerçevesinde meclisin teklifi ve valinin onayıyla, bu
kadrolara atama yapabilmesine imkan sağlayacak düzenlemeler yapılmaktadır.
Teknik personel, sağlık
personeli, avukat, mütercim, sanatçı gibi sözleşmeli personelin alımına
kolaylık getirilmektedir. Belediye üst yönetiminde sözleşmeli personel ve diğer
kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin istihdamına kolaylık
sağlanmaktadır.
Efendim, bir diğer önemli hüküm,
“Personel giderleri, belediye ve il özel idarelerinin nüfuslarına göre bütçe
giderlerinin yüzde 30’uyla 40’ını geçemeyecek şeklindeki düzeltmedir. Kimlerde
yüzde 30, kimlerde yüzde 40, o belli, Yani personel giderleri, bütçelerinin
yüzde 30 ve 40’ını geçemeyecek, Geçerse ne olacak? Yetkili amirler; yani
belediye başkanı ve il özel idarenin başındaki vali, şahsi malvarlığıyla
sorumlu olacak. Belediye meclisi ve il genel meclisi üyelerine huzur hakkı
verilecek, zaten yine veriliyor, belli düzenlemeler getiriliyor. Encümenlere
ise aylık ödenek verilecek. Belediye meclisi ve il genel meclisi üyelerinin
devlet memuru gibi sağlık yardımından faydalanmaları esası getiriliyor.
Belediye meclisi ve il genel meclisi üyelerinin isteğe bağlı olarak Emekli
Sandığı’yla ilişkilendirilmeleri ve geçmiş hizmetlerinin borçlandırılması
imkanı getiriliyor. İtfaiye personeline hizmet zammı verilmektedir. Köy ve
mahalle muhtarlarının maaşları bir miktar arttırılmaktadır. Bağ-Kur
kesintilerinin kaynaktan yapılması temin edilmektedir. Belediye başkanları ve
il genel meclisi üyeleri, belediye meclis üyeleriyle getirilen en önemli
değişiklikler bunlar. Hocam, biliyor, evet başka düşünceler de var; yeşil
pasaport talebi var, silah taşıma isteği var.
RECEP YAZICIOĞLU: Silah çok önemli, kanuna
girmesi lazım.
KAYHAN KAVAS: Yerel yönetimlerin
kaynaklarını belli ölçülerde arttırdık. Şu anki mevzuatta yetki ve görev
alanında yerel yönetimlerin çok ciddi sıkıntıları olduğu düşüncesinde değilim.
Ama görevlerini daha açık tanımlanması bakımından bir sıkıntı var. Afet halinde
yerel yönetimlerin gereken yardımı ve desteği yapabilmeleri, gıda maddesi
üretilen ve satılan yerlerin denetiminin belediyelere verilmesi, kültürel ve
tarihi eserlerin korunması ve yaşatılmasında yerel yönetimlerin yetkilendirilmesi;
konut, toplukonut ve benzerleri için arsa üretimi; sanayi, ticari işyeri için
arsa üretimi ve bu çalışmalar için kamulaştırma yapma yetkisi verilmesi
mahallelere yardım görevi, yazışma yetkisi tasarıda geliştiriliyor.
Belediyeler, kendi il hudutları dahilinde kamu kurumları ile serbestçe
yazışabilecekler; fakat bakanlıklarla yazışma yetkisi sadece büyükşehir
belediyelerinde olacak diğerleri bakanlıklarla yazışmayı yine valilikler
aracılığı ile yapabilecekler. Paralar kamu bankalarına yatırılacak; ancak özel
bankalar aracılığıyla vergi ve benzeri gelirlerin tahsilatına kolaylık
getirilmektedir. Belediyenin emir ve yasaklarına uymayanlara yönelik
müeyyideler arttırılmaktadır. Belediyelerin Milli Eğitim Bakanlığının izniyle
meslek kursları, yetiştirici ve tamamlayıcı kurslar açma yetkisi getiriliyor.
Spor hizmetleri için yetkiler arttırılıyor. Üçüncü şahısların şehirlerarası
otobüs terminali kurmalarına, işletmelerine izin verebilmek yetkisi getiriliyor.
İl özel idarelerine yine sivil
savunma hizmetlerine yardımcı olmak köylere ve köy birliklerine yardımcı olmak
görevi veriliyor. Tabii bu çok önemli bir şey. Bu toplantıyı ne derece
ilgilendiriyor, bilmiyorum, ama bu öteden beri bizim meslek camiasında, fakülte
yıllarımızdan beri hep hocalarımızla tartışılan bir konu vardır; ilçe özel
idareleri... Bu kanunda böyle bir şey yok; ama bu kanunda şöyle bir olay var;
ilçelerdeki köylere hizmet götürme birlikleri güçlendirilmektedir. Bunların
birçoğu ilçede vardır; ama zorunlu değildir. Ancak
bu tasarıda,
köy sayısı 4’ten fazla olan yerlerde köy hizmet götürme birliklerinin kurulması
zorunlu hale getiriliyor. İl özel idaresinin bütçesinin en az yüzde 10’u da bu
köylere hizmet götürme birliklerine aktarılarak yöredeki, yereldeki potansiyel
harekete geçirilmeye çalışılmaktadır.
Kültürel ve tarihi eserlerin
korunması, belediye ve mücavir alan sınırları dışındaki işyeri ve işletmelere
il özel idarelerinin ruhsat vermesi, ölçü-tartı aletlerinin muayene işleri yine
özel idare tarafından yapılabilecektir. Sağlık Bakanlığınca belirlenecek
esaslara göre teşhis-tedavi merkezleriyle benzeri yerleri kurabilecek,
özürlülerin, kimsesizleri ve benzer durumda olanlara koruyucu hizmetler
götürebilecektir. Belediye ve mücavir alan sınırları dışındaki gıda maddesi
üretilen yerlerin denetimi ve her türlü gayri sıhhi müesseselere ruhsat
verilmesi, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğüne ait işlerin büyük bir bölümünü
üstlenme il özel idarelerine verilen görevlerdendir. Kırsal kalkınmaya yönelik
kooperatifçiliği desteklemek, halka gelir getirici, meslek edindirici
çalışmalar yapmak diğer görevlerdendir.
Efendim, etkinlik ve verimliliğin
arttırılmasına ilişkin olarak, belediyelerin çeşitli kurumlarla, katma ve özel
bütçeli kuruluşlarla ortak projeler geliştirmesine imkan tanımaktadır.
Belediyelerin, il özel idarelerinin; devletin eğitim, sağlık, kültür spor bina
ve tesislerini yapmak, bakım, onarım ve aynı ihtiyaçlarını karşılamak,
gerekirse personel görevlendirebilmelerine imkan tanımaktadır. Belediye ve il
özel idarelerinin kendi aralarında işbirliği ve yardımlaşma imkanları da geliştirilmektedir.
Yerel yönetimlerin “İlk yerel
seçimleri takip eden üçüncü ayı geçmemek üzere” şeklindeki düzenleme ile 5 yıla
kadar hizmet alım sözleşmesi yapabilmesine imkan tanınmaktadır.
Belediye ve büyükşehir
kurulmasına ilişkin yeni düzenlemeler getirilmektedir. Yeni düzenlemede,
belediye kurulma 2 binden 10 bine çıkarılmakta ve mesafe 2 kilometreden 5
kilometreye çıkartılmaktadır. Ayrıca yeni bir takım hususlar getiriliyor, imar
yönünden sakınca yaratmama, nüfusu 100 binin üstündeki en yakın belediyeye 5
bin metreden daha yakın olmama, öz gelir yeterliliği, çevreyle ilgili bazı
özellikleri de dikkate alınma; su havzası, SİT, orman alanı ve benzeri yerlerde
olmama esasları getirilmektedir.
Bir şey daha söyleyeyim:Bir hüküm
daha var, bunu biraz hızlı geçtim; şu
anda halen nüfusu 2 binin altına düşmüş ve belediye olma özelliklerini
kaybetmiş yerlerin – ki aşağı yukarı nüfusu 2 binin altına düşen yerlerin
sayısı 400’e yakın- Bakanlar Kurulu kararıyla tüzel kişiliklerine son verilebilme
yetkisi getirildi. Çünkü öyle belediyeler var ki, öz gelirleri sıfıra yakın
veya hemen hemen yok denilecek kadar az, sadece merkezden gelen parayla
yaşamlarını idame ettiriyorlar. Bu para da en çok cari harcamalara yetmektedir.
Büyükşehir kurabilme kriterlerinde
de bir değişiklik var; 300 bin nüfus esası getirilmektedir. Büyükşehir sınırı
içinde ilçe ve alt kademe belediyelerin bir arada olabilme imkanı şu anda da
var, ancak bu yasal hale getiriliyor. Şu anda alt kademe belediyelerinin hukuki
bir statüsü yok; ilçe/alt kademe belediyelerin tanımı getiriliyor burada;
büyükşehir belediyesi sınırları dışındaki belediye ve köylerin büyükşehir
sınırları içine alınabilmesini daha kolaylaştırıcı hükümler getirilmektedir.
Gerektiğinde re’sen Bakanlar Kuruluna, bu kararı alabilmede yetki tanınıyor ve
büyükşehir belediyesi ve mücavir sınırlar içinde 3030 sayılı Kanuna tabi
olmayan belediye kurulması önleniyor.
Hazinenin özel mülkiyetindeki
arazilerin belli şartlar dahilinde belediye ve özel idarelerine devriyle ilgili
düzenlemeler var. Ancak, bu belirli şartlara bağlanmıştır. Belediye ve il özel
idarelerinin görev alanına giren genel, katma ve özel bütçeli kuruluşlar,
KİT’lere ait çeşitli rekreasyon alanı, spor tesisi, toplu taşım hizmetinde
kullanılan demiryolu, denizyolu, mezbaha ve benzerlerinin mülkiyetinin veya
işletme hakkının mahalli idarelere devir imkanı getiriliyor.
Kardeş şehir ilişkileriyle ilgili
düzenlemeler getiriliyor. Belediye borçlanmaları belli esaslara tabi tutuluyor,
özellikle dış borçlanmayla ilgili belli esaslar getiriliyor. İSKİ Kanunu
kapsamına giren kuruluşların kamulaştırma kararları bakanlık onayı yerine,
valinin onayına tabi tutulması esası getiriliyor.
“Bu tasarıda vesayeti arttıran
neler var” diye bazen tartışılır, aynen okuyorum: “Meydan, cadde, sokak ve
benzeri yerlere isim verilmesi ve amblem ve flama benzerlerinin belirlenmesinde
meclisin salt çoğunluğunun oyu ve mülki amirin onayı.” Bu, katıldığım bazı
toplantılarda çok tartışılıyor; “Belediye meclisinin isim verme yetkisini de
mülki amir onayına tabi tutuyorsunuz” diye. Bunun gerekçelerini sanıyorum
burada katılanlar, dinleyenler biliyorlar, burada böyle bir düzenleme var. Bir
de yolda Sayın Valim hatırlattı, gazetede geçmiş; il özel idaresi ve belediye
meclislerinin ilk toplantılarında Atatürk Anıtına çelenk koyup saygı duruşunda
bulunmalarıyla ilgili bir düzenleme var.
Ben, vaktimi aştığımın
farkındayım, ancak kabul edersiniz ki her biri ayrı bir tartışmanın, ayrı bir
gündemin konusu olan düzenlemeleri daha kısa sürede anlatmak çok zor. Değerli
katılımcılar, değerli eleştirilerinizi ve sizlerin katkılarını not alacağım. Bu
tasarıyla ilgili olarak şunu söyleyeceğim: Bu tasarıyla ilgili her şey
söylenebilir, ama bir tek şey söylenmemesi lazım: “Katılım az oldu, katkı az
oldu.” Hayır, ben kendi adıma (2,5 yıldır aşağı yukarı bu görevi yürütüyorum.)
50’nin üzerinde toplantıya katıldım. Notlarımızı alıyoruz, değerlendiriyoruz;
ama her alınan not aynen yansıyacak veya yansımayacak demek değildir. Bu
anlamda bugün de değerli katkıların ve eleştirilerin olacağına inanıyorum.
Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
CEMAL GÖKÇE: Ben teşekkür ederim. Zaten bu katılım listesinde sizin
ayrıcalıklı olmanız gerektiği görülüyordu; biz de size bu ayrıcalıklı olma
hakkını kullandırttık.
Bir değerli valimiz aramızda.
Renkli kişiliğiyle ve yerel yönetimlere yönelik çalışmalarıyla bildiğimiz ve
sürekli gündemde olan bir valimiz ve diyor ki; “Bizde de halkın yönetime
katılmasını gönülden savunanlar var. Bir de vesayet altında olması gerektiğine
inanan, aslında konumunun gereğini yapan bir anlayış, bir elit anlayış, bir
oligarşik anlayış var.” Tabii bunun da savunduğu resmi tez var. Bakıyoruz, bu
konuda büyük ittifaklar var; bürokrasinin, bizlerin bu işte sorumluluğu var.
Aslında bu noktada ülkenin merkezden yönetilmesinde ittifak halindeyiz;
aydınlar, seçkinler, siyasi kadrolar, bürokratik kadrolar, asker, sivil kadrolar,
biz hepimiz ittifak halindeyiz. Niye ? Çünkü “egemenlik ulusun değil, bizim
olsun” diyoruz. Siz ne diyorsunuz Sayın YAZICIOĞLU, buyurun.
RECEP YAZICOĞLU (Merkez Valisi) : Önce İnşaat Mühendisleri
Odası’nı hem kutluyorum, hem de teşekkür ediyorum.
Bir Anayasa hocası bana dedi ki;
“Ben, derslerde okutuyorum, ama özel idareyi bilmiyorum. Bana özel idareyi
anlatır mısın?” Rahmetli Mukbil ÖZYÖRÜK Hoca, “Bir zamanlar Prens Sabahattin
vardı, şimdi bir Tokat Valisi çıktı başımıza, bu memleketi bölüp parçalayıp
Tanzanya’ya çevirecek” dedi.
Burada İnşaat Mühendisleri Odası,
mesleki konusuyla ilgili değilmiş gibi görünen konuyu çok güzel takdim etti.
Başkanı kutluyorum, açılışta ifade ettiği cümlelerle olayı çok iyi özümlediğini
gösteriyor.
Dün ceviz kabuğu programında saat
04.00’e kadar bir sistem tartışması yaptık. Yani sevgili halkımız uyuduktan
sonra. Vıdı vıdıdan sisteme de pek sıra gelmedi; ama saat 4.00’a doğru bir 10
dakika kadar sistemi tartıştık. Çünkü bizde biliyorsunuz daima olayları
tartışmak tercih edilir. Burada da değerli arkadaşım Kayhan KAVAS’a teşekkür
ediyorum, işi düzeltti. Kendisi de zaten bu tasarıya inanmıyor; “bu bir reform
falan değil, kanunlarda bir tadilat gibi bir olay” dedi ve çok güzel ifade
etti, bir anlamda tenkitin de önünü kesmiş
oldu.
Biz, işin felsefesini yapmamız
lazım. Şimdiki Köy Hizmetleri Bakanımız diyor ki; “Ben enayi miyim ? 22 tane
adam benim yerime göz dikmiş, -il genel meclisi üyelerini kastediyor- ben
bunlara yetki devredeceğim...” Eski Bakan Hüsnü DOĞAN da böyle diyordu, şimdi
aksini söylüyor; bu bakan da ayrıldıktan sonra aksini söyleyecek. Herkes
konumuna göre düşünüyor. Ben kendimden
de şüphe ediyorum; “acaba konumumuz değişirse, biz de mi böyle Hanya’ya
Konya diyeceğiz” diye, buna çok üzülüyorum. Bir zamanlar Mahalli İdareler Genel
Müdürlüğü yapmış Turgut KILIÇER, kaymakamlığım sırasında bir seminerde; -biz
yine kalktık, “ilçe yerel idaresi, ilçe özel idaresi” diye nutuk çekiyoruz,
“niye kaymakamların bütçesi yok” diyoruz falan..- “Ben de aynı fikirdeyim”
demez mi! Tepem attı, zaten böyle kırmızı bir adamdı. Dedim ki;
“Hep böyledir
zaten. 10 yıl Genel Müdürlük yaptınız, acaba bir cümle, bir kelime söylediniz
mi Allah rızası için? Şimdi defteriniz dürülmüş, ‘ben de aynı fikirdeyim’
diyorsunuz. Üzüldü, “niye böyle konuşuyor” falan... Ama başka türlü konuşmam
mümkün değil. Demek ki biz kaymakamken de kafayı bu işlere takmıştık.
Rahmetli ÖZAL’ın gücü yetmedi;
yerelleşmeyi yapacaktı, inanıyordu, ama çevresinde kimse inanmıyordu, hepsi
devletçiydi. Murat BELGE ki; “Devletimiz, halkına bir şeyi başarma veya
başarmama fırsat ve imkanını hiç tanımadı. Her şeyi kendine mal etti; ama geri
kalmışlığı hiç kendinden bilmedi, cahil ve yobaz halktan bildi.” Siz, halkı
sisteme ortak etmiyorsunuz; şu tasarının halkın sisteme ortak olmasıyla ne
ilgisi var Allah aşkına? Kent meclisleri, Yerel Gündem... Bunlar güzel şeyler,
kutluyorum; ama olay bu değil ki... Para vermeyen insanlar niye olaya katılsın?
Parayı merkez veriyor, hem de ne kadar veriyor, 6 puan 8 puana, 1.2 puan 3.2
puana çıkıyor, yani 2’şer puan zam geliyor yeni tasarı ile.
1930 yılında, Atatürk döneminde,
devlet gelirlerinin yüzde 20’sini il genel meclisi kullanıyor. Tek parti
devrinde, il genel meclisi bu durumda. 18. Asırda Osmanlı’da, mahallinde 6
aylık bütçeler hazırlanır; “berber, esnaf, sarraf, bakkal, ne verecek, bununla ne
yapılacak” diye 6 aylık bütçe İstanbul’a gönderiliyor, tasdik ediliyor ve
geliyor uygulanıyor. 18. Yüzyıldan bahsediyorum. Şimdi bakınız, 2000 yılı,
Avrupa Özerklik Şartını imzalamışız; Avrupa Özerklik Şartıyla bunun ne ilgisi
var? İlgisi olmadığını değerli dostum söyledi zaten, “bu, kanunlarda değişiklik
falan” dedi. Makam arabasından bahsetmedi; veriliyor mu, verilmiyor mu, ortada kaldı; ama mecliste
herhalde makam arabasını da belediye başkanlarına vermemiz gerekecek. Sanki
makam arabaları yok; bu memlekette herkesin makam arabası var, “onu yasal hale
getirilelim” diyor. Neyse, önemli değil, alır-almaz, araba önemli değil. Önemli
olan işin felsefesidir, işin genel esprisidir.
Biz tabii işin felsefesini
yapmıyoruz. Sandıktan bir belediye başkanı çıkarıyoruz; ki bu, dünyada tek
örnek değildir. Eskiden başkanı belediye meclisi seçerdi, doğrusu da budur,
aslında buna dönmek lazım. Sandıktan belediye başkanını çıkarttığınız zaman,
meclis de kendi başkanını seçmesi lazım. Bizdeki ucube bir model bunun felsefesini
yapmadığımız için, bizim böyle bir derdimiz yok. Diyoruz ki, “Sandıktan bir
başkan çıkarırız, o da meclisin başkanı olur, mis gibi olur, yat yat, kalk
kalk...” Zaten kültürümüz de yatma kalkma kültürüdür. Biz, zaten belediye
başkanı tanırız, meclis diye bildiğimiz yok. Onun için Yerel Gündem olayını çok
önemsiyorum aslında; kendi inisiyatifleriyle, kanun olmadan ve ortaya çıkmış
bir hadisedir. Eğer hakkı huzur da istemeden katılıyorlarsa, onu da kutluyorum;
sizleri de kutluyorum, Cumartesi günü buraya geldiniz.
Demek ki sevgili halkımızın bu
işlerle bir ilgisi yok. Halk sisteme ortak olmak istemiyor zaten, halk mehdi
bekliyor. Mehdiyi de hudutta asasıyla falan yakaladılar, adama fırsat
vermediler; belki Türkiye’yi halledecekken, o imkândan da mahrum kaldık. Bu
kültürden ürün çıkmaz; onun için çıkmıyor. Bu tasarı bize çok bile aslında,
bence bunu bile geri almak lazım; çünkü böyle bir talep yok ki... İnşaat Mühendisleri Odasını kutluyorum;
böyle bir tartışma zemini açtılar. Böyle zaman zaman yanlış yapan kurum ve
kuruluşlar oluyor aslında; bunları Türk büyüklerine bırakacaksın. “Egemenlik
ulusundur.” Biz böyle bir şeyi hiç görmedik, bu kafayla da hiç görmeyeceğiz,
halk sisteme ortak mı? Halk sisteme ortak, sivil toplumla olur; Türkiye’de de
sivil toplum yok, halk vesayet altında.
“Yerel meclisler olacak.” Yerel
meclislerin adı var, kendisi yok. Niye; vergi salamıyor. Vergi salmayan meclis,
meclis değildir. Vergi salmayan meclis, kontrol yapmaz, yönetime katılmaz,
acıtmaz. Merkez para toplayacak, belediyelere verecek, belediye bunu
harcayacak... Nerede görülmüş böyle bir mahalli idare; yok böyle bir şey. Bu
mahalli idare değildir; bu, genel idarenin taşradaki uzantısıdır, espri budur.
Onun için Avrupa Özerklik Şartı... Peki 7. 5 Yılık Plan, il yerel idaresi, ilçe
yerel idaresi, belediye idaresi Meclisten geçti, 10 binlerce uzman katıldı. Bu
Ulusal Program değil midir? Ulusal Program hazırlayıp gönderdik Avrupa’ya.
Meclisten geçti mi; Hükümetten yarım saatte geçti. Peki ne oldu bizim 8 tane 5
yıllık planımız? Bu tedbirlerin hepsi vardır, binlerce tedbir vardır, Meclisten
de geçti; ne oldu?..
“Merkezle taşra arasında
merkezle, il yerel idaresi, ilçe yerel idaresiyle, belediyeler arasında yetki
ve kaynak bölüşümü.” Vermeden almak mümkün değildir. 1950 yılına kadar olan
başarı, ayağın yorganına göre uzatılması başarısıdır. Ondan sonra film
kopmuştur; iç borç-dış borç, şimdi de DERVİŞ’in kurtarıcılığına artık
sığınmışız, bir kişiye ülke teslim olmuş. Bu ülkede proje, fikir üretemiyoruz;
nihayet bir kişi geldi, bizi kurtaracak... Şimdiki mehdimiz de haliyle DERVİŞ oldu. Uluslararası sözleşme
imzalıyoruz; 1998 yılında mı imzaladık, Meclisten de geçti, Avrupa Özerklik
Şartı bu mudur? Halkın kamusal hizmetlere katılma hakkı, yerinde, halka yakın
yerel idare dediği de bu mudur?
Amerikalı diyor ki, “Yaşadığım
yer evimdir, evimin içini ben yönetirim.” Bizim adamlar da bunu söylemiş, Hep
tekrar ediyorum, ama ne olacak tekrar etsem... 1921 yılında, aynı şekilde
“Nasıl bir adam kendi evini kendi yönetirse; bir ilçe kendi işinde, il kendi
işinde, belde kendi işinde kendi işini yönetecektir; ama umumu ve müşterek
meseleler merkezin işidir.” Adamın formülasyonuna bak; bunu söylememiş, Anayasa
haline getirmiş; A-na-ya-sa. Yani taslak falan değil, kanun değişikliği falan
değil, Anayasa ve adamlar “bir an önce buna başlamalıyız, geç kaldık” diyor.
Biliyorsunuz il meclisleri hadisesi 1913 yılında formüle ediliyor. İl özel
idaresi, il yerel idaresi nedir; alan yönetimidir. Peki belediye nedir: Şehir
yönetimidir. Bunu karıştıran çok insan var; “Özel idare neyin nesidir, ne işe
yarar? Belediye var, belediyelere verelim, olsun bitsin bu. ” Peki Devlet Su
İşlerini, Karayollarını, Köy Hizmetlerini belediyeye mi vereceğiz, yani bu
hizmetleri belediye mi yapacak? Espri şudur: Bu 8. 5 Yıllık Plan, 7. 5 Yıllık
Planın da gerisine düştü, il yerel idaresini çıkarttı, yetki devrinden ve özel
idareden bahsediyor. Niye çıkarttı? Rufailer mi karıştı o işe, onu bilmiyoruz.
İlçe yerel idaresi kavramını muhafaza etti.
“Bakanlıkların taşradaki teşkilatına
yetki devredecek falan...” Devretmez. Ne diyor: “Ben enayi miyim” diyor. Kim
diyor bunu; Köy Hizmetleri, yüzde 100 yerel hizmet, Köy Hizmeti. Milli Eğitim
Bakanlığı yetkisini devreder mi; böyle bir şey söz konusu değil. Reform şudur:
Bakanlıkların taşradaki teşkilatı, bakanlıklarla irtibatı kesilecek; polis ve
adliye hariç. Zaten haberleşme malum, özelleşiyor, onu konuşmamıza gerek yok.
Köy Hizmetleri dahil, Devlet Su İşleri dahil, Karayolları dahil... Özel
birimler kurulabilir; otoyollar için, GAP Projesi için falan, ayrı, ben il
ölçeğindeki birimlerden bahsediyorum. Bunların hepsi, il yerel idaresinin, ilçe
yerel idaresi ve belediye -ilgisine göre- idarelerinin servis ve birimi haline gelecekler.
Bugün hiçbir belediye başkanı,
aslında sorumluluk istemiyor. İstedikleri; yeşil pasaport, kırmızı pasaport,
makam arabası; yani saltanat isteniyor. Bize saltanat lazım, kompleksimiz var.
Biz, çok ezilen, kakılan bir toplumuz. Bizim belediye başkanlarının birçoğu da
imparator gibidir; yani eskiden valiler imparatorluk yapardı, şimdi yeni
rakipler çıktı. Çünkü bizim derdimiz var, yetişme tarzımızda sıkıntı var.
Adamların belediye başkanları, valileri, bakanları bisiklete biniyor, dolmuşla
gidiyor, otobüsle gidiyor. Biz, kanuna madde yazdık, “makam arabası vereceğiz”
diye; çünkü o talep geliyor. Dostum haklı olarak diyor ki, “Biz bu talepleri
not alıyoruz, aldığımız notları yasaya döktük, bunlar isteniyor bizden.
Amerika’da bir belediye meclisi
toplantısına gittik, kültür merkezi yapılacaktı. Dediler ki; “Eğer kültür
merkezi yapılmasına karar verilirse, emlak vergisine 2 puan zam yapılacak.”
İşte olay bu; hizmete karar verdin mi, paraya da karar vereceksiniz. Buna karar
verdiğiniz zaman, 12 bin metrekarelik kültür merkezi yapabilir misin; sıkar
biraz yapmak. 6 ayda bir trotuar değiştirebilir misin; sıkar biraz 6 yada bir
trotuar değiştirmek; bir gün kırmızı, bir gün mavi, bir gün sarı, sıkar. Peki
20 bin metrekarelik belediye sarayı yapabilir misin; sıkar biraz. Emlak
vergisinden, emlakin altını da üstünü sen tayin edeceksin; yok öyle, merkezi
idare değil.
Demek ki otokontrol; vatandaş
parayı verecek, verdiği için de takip edecek. Yani belediye, özel idare, sivil
toplumdur bir anlamda; ama Türkiye’de sivil toplum diye böyle bir hadise zaten
söz konusu değil Allah’ın izniyle. Varsa yoksa egemenler var, varsa yoksa
ülkenin bölünmez bütünlüğü var. Bunun federalizmle bir ilgisi yok, yanlış
anlamayın. Şimdi hemen başlıyor, “Efendim ülkenin ülkesiyle, milletiyle
bölünmez bütünlüğünün, stratejik öneminin ve konumunun önemi dolayısıyla, bizim
istisnai ve çok özel ve çok bilmem ne
durumumuz
falan...” Bunlar hep “Statüko devam etsin, mevcut yetkiler devam etsin,
pozisyonlarımız kaybetmeyelim, herkes pozisyonunu korusun, dolayısıyla ondan
sonra da Derviş gelsin bizi kurtarsın. Bunun için battık; otokontrol yok, takip
yok, algı yok, vergi yok, hesap yok, stratejik planlama yok, sorumluluk yok,
katılım yok, yok yok yok... Ondan sonra da “sen sağ, ben selamet” 220 milyar
dolarlık iç borç-dış borç ve iflas bayrağı...
Aklımızın başımıza gelmediği
belli ki; geçen gün bir bakan diyor ki, “Türkiye’nin sorunları yüzde 85 merkeze
taşınıyor.” Günaydın... Ama tasarı bu. İnşallah bunu “kanun değişikliği” diye
sunarlar. Eğer “reform” diye sunulur da çıkarsa, Allah kolaylık versin... O
zaman diyecekler ki, “Siz ne istiyordunuz, mahalli idareler reformu mu;
-‘aslında halk istemiyor da, istemediği için olmuyor zaten’- alın size mahalli
idareler reformu...”
Neticeyi kelam, bir felsefeden,
bir mantıktan, bir mantaliteden mahrumuz maalesef ve sistem tartışması
yapamıyoruz, sistem felsefesi yapamıyoruz. Kafamız da zaten tek tek fert olarak
buna yatmış değil. “Birileri bizi kurtarsın” diyoruz; “kurtar bizi baba, kurtar
bizi ana...” Bu anlayışın ürününde yerelleşme yatmaz; halkın katılımı, halkın
ortaklığı yatmaz. Dernekleri başkanları yönetecek, belediyeyi başkanları
yönetecek, ili valiler, ülkeyi başbakan yönetecek. Halk?.. Halk fatura
çıkaracak, halkın görevi fatura çıkarmaktır, fatura kendisine geliyor zaten.
Bugün eğer Türkiye fukaralaştıysa, herhalde bunun zararını Türkiye’nin
egemenleri çekmiyor, onların işi tıkırında zaten; bunun faturasını sadece halk çekiyor.
Derlenip toparlanmamız, sil
baştan yapmamıza bağlıdır, aklımızı başımıza toplamamıza bağlıdır, sivil toplum
olarak sistem tartışması yapmamıza
bağlıdır; ama biz, kişileri, olayları ve ideolojileri tartışmaktan asla sistemi
tartışamayacağız. Benim ömrüm bunu seslendirmekle geçti; öyle görüyorum ki, bir
hoş seda bile olmayacak. Bana diyor, “Vali aynı şeyleri tekrar eder durur.” Peki
ne mesafe aldık? Tekrar da bir eğitim şeklidir; yani tekrar ettik de milletin
kafasında bir sual işareti mi çıkarttık? Diyor ki, “Bu nereden bahsediyor; bir
de arada sırada öfkeleniyor.” Öfke samimiyettir; yoksa göbekten de konuşmak mümkündür.
Evet, önce kafalarımız sil baştan
olacak; kafalarımızdaki bütün tabulardan, dogmalardan, geleneklerden,
göreneklerden, inançlardan, eğrilerden, doğrulardan, düşmanlardan, dostlardan
kurtulacağız, sonra sivil toplum olmaya çalışacağız. Ondan sonra da yüksek sesle
düşünüp haykırıp, devlete gidip diyeceğiz ki, “Kardeşim, biz sisteme ortak
olmak istiyoruz; siz, bizim adımıza bu ülkeyi batırdınız. Biz sisteme ortak
olacağız; günahına, sevabına beraber katlanacağız.” Bunun adına yerelleşme
denir. Tınaz Titiz, bakanlığını lağvetmeyi proje haline getiren tek bakandır;
dedi ki, “Ben, Bakanlığı lağvedeceğim; ama şimdilik kurulmuş, bunu 200 kişiye
düşüreceğim ve taşradaki 10 bin kişilik teşkilatı belediyelere ve özel
idarelere bağlayacağım.” Kütüphane Kültür Müdürlüğünün Turizm Bakanlığıyla ne
ilgisi var?
Arkadaşlar; olay budur. Bu görev
ve kaynak bölüşümünü yapabilecek miyiz, mahalli vergileri mahalli meclisler
toplayabilecek mi; mahalli planları, stratejik planları hazırlayabilecek mi?
Halkımız bu anlamda bir sorumluluğa hazır mı? Üniter devletten bahsediyorum.
Bu, terörün de çözümüdür, birlik- bütünlüğün de çözümüdür; kalkınmanın,
gelişmenin, demokrasinin, çoğulculuğun, katılmalı yönetimin, her şeyin
temelinde bu yatıyor. Bugünkü iflasın, bugünkü mali buhranın, bugünkü krizin,
gelir-gider açığının hepsinin çözümünde halkın sisteme ortak olmaması yatar.
Tabii merkezi de buna göre düzenleyip, dış politika, ulusal siyaset ve ulusal
projelerle; bir de bir parlamento, yetkili meclisler, kuvvetler ayrılığı ve
ondan da çıkan ürünler ve evrensel değerler... Türkiye buna hazır mı; değil. O
zaman tasarı hazırlamaya devam edelim. Saygılar sunuyorum.
CEMAL GÖKÇE : Teşekkür ederim Sayın YAZICIOĞLU.
Sayın Geray Hocamız diyor ki:
“Ülkemizde yerel yönetim geleneği, yerel demokrasi ekini oluşmadan yerel
yönetimlerin kurulması yoluna gidilmiştir.” Böyle mi olmuştur Sayın Hocam,
buyurun.
Prof. Dr. CEVAT GERAY (Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi): Yazıcıoğlu anlattı; yani adını böyle söylemedi, ama “Bir yerel
yönetim ve
demokrasi ekini, kültürü gelişmemiş, geliştirilmemiş ve bu doğrultuda da hala Osmanlı’dan kalan birtakım
gelenek ve göreneklere göre halkımız yönetime bir anlamda katılıyor, bir
anlamda da dışlanıyor” dedi.
Efendim, öncelikle teşekkür
ediyorum. Tabii İnşaat Mühendisleri Odası’nın çalışmalarını yakından izleme
fırsatı buluyorum, üstelik İstanbul Yönetimini ve Başkanı’nı dinlemek ve
izlemek fırsatını buluyorum; onun için ne denli kendilerini de ilgilendiren
ülke sorunlarına eğildiklerini de biliyorum. Yerel yönetimler de tabii ilk önce
yurttaş olarak kendimizi ilgilendiriyor, sonra da meslek odaları olarak da, hem
ülkeyi, hem de mesleğin gerektirdiği bazı konularda bir şeyler söylemeyi,
bilgilenmeyi amaçlıyor.
Tabii biz, burada benden önceki
konuşmacı arkadaşlarımın söyledikleri, özellikle Kayhan arkadaşımızın -öğrencim
demiyorum artık, o bizi geçti- yasa tasarısıyla ilgili açıklamalarını dinledik.
Bu işin felsefesi açısından da Sayın YAZICIOĞLU’nu dinledik. Ben, doğrusu bu
yasanın ayrıntılarına girmek istemiyorum, çünkü metni son biçimiyle görmüş
değilim. Gerçi bu konuda bilgilendim; ama geçenlerde “şu en son taslağı elime
alayım” dedim, bende 7-8 tane dosya birikmiş. Dün de Sayın Genel Müdüre ve
Yardımcısına söylediğimde; “fazla değişiklik yok ama, son şeklini size
verebiliriz” şeklinde bir açıklamada bulundular.
Tabii ki başlangıçtan bu yana o
yasa tasarısı taslağı çok değişti. Değiştiği gün de biz Sayın Kavas arkadaşımızın
bulunduğu bir toplantıda, bu konuları başka bir açıdan ele aldık, Sayın Oktay
EKİNCİ de vardı. Orada İçişleri Bakanı dedi ki, “Bu tasarı
kuşa çevrildi. ” “Kuşa çevrildi” denildiği zaman, biraz önce arkadaşımız, neler
çıkarıldığını söyledi; özellikle imarla ilgili yetkiler ve düzenlemeler
çıkarıldı, öbürlerine pek dokunan olmadı. Zaten böyle bir tasarı taslağı
hazırlandığı zaman, bakanlıkların görüşleri soruluyor; onlar da kendileri
açısından birtakım öneriler geliştiriyorlar. Fakat kendi yetki alanlarına
girdiği zaman, o konuya sokmamaya çalışıyorlar, “bu bizi ilgilendiriyor, siz ne
karışıyorsunuz” gibi. Tabii imarla ilgili bakanlık, başta Bayındırlık ve İskân
Bakanlığı, doğrudur, onun bazı görüşleri vardır ve bazı çalışmaları olduğunu da
biliyorum. Dün bununla ilgili genel müdür arkadaş da o toplantıdaydı, o da
niçin çıkarılması gerektiğini açıklamaya çalıştı. Ben, sonra kendisine eğildim;
“İçişleri Bakanlığı, çok can alıcı konularda bir değişiklik yapmak istiyor;
sizin ne hazırlığınız var, bir öneriniz var mı?” dedim; “Biz çalışıyoruz Hocam”
dedi. Kentleşme ve konutla ilgili bir yasa tasarısı hazırlıyorlarmış; aslında
İmar Yasasını değiştirmek amacıyla.
Acil olan bazı sorunlar var ve
bazı sorunlar üzerine gidilmesi gereken konular. Bu imarla ilgili rezalete,
-bence bu bir rezalettir- faciaya bir son vermek gerekiyor ve gerçekten de bir
boyutuyla belediyelerin çalışmalarıyla ilgili ve rant paylaşımıyla ilgili
olaylar söz konusu. İşte buna bir şekilde belediyelerin el atmaları ve
belediyelerin kendilerine çekidüzen vermeleri
konusunda düzenleme yapılmak istenmiştir. Ben, biliyorum, birçok
odalarımızdan da görüş alınmıştır bu konuda.
Efendim, bence keşke bu yasanın
tümü değil de, sadece o kesimleri geçseydi derim. Çünkü; gerçekten imarla
ilgili kimi boşluklar düzenlenmek istenmiştir. En iyi düzenleme bu muydu; ben
ona da şöyle bir yanıt vermek isterim: En iyi düzenleme değildi; ama ülkede
imarla ilgili gerçekten bir çok başlılık var; Turizm Bakanlığı, Orman
Bakanlığı, Anıtlar Yüksek Kurulu nedeniyle Kültür Bakanlığı; bir de bunlara
Endüstri Bölgeleri Genel Başkanlığı ekleniyor. Bunlar birbirinden habersiz, her
biri bir planlama yetkilerini üstleniyorlar; ama yerine getiremiyorlar,
getirmiyorlar ve bu çok başlılıktan dolayı bir kaos yaşanıyor. O kadar ki, il
çapında il çevre düzeni planları yapılır; bu görev, İmar Yasasına göre
Bayındırlık ve İskân Bakanlığının görevidir. Bu, gerçekten yapılıp uygulanıyor
mu; bunun kesinlikle yerine getirildiğine inanmıyorum veya amaca uygun biçimde
uygulandığına inanmıyorum. Bunun yerine, bir il gelişme planı konuluyor.
Doğrusu iller, böyle bir şey için uygun bir ölçek büyüklüğü müdür;
tartışılabilir. Ancak Devlet Planlamanın da bölge ölçeğinde planlama yapması
gerekiyor, yasa onu öngörüyor; o da yapmıyor.
Bir ülkede kent planı, kendi
başına ele alınamaz; bulunduğu ilin, bölgenin ve ülkenin genel mastır
planlaması çalışmaları içinde onunla tutarlı olması gerekirken, bu büyük
eksiklik böylece il gelişme planlarıyla geliştirilmiş
olması
istenmektedir. Bunu çıkardığınız zaman; gayet doğal, iyi yapılmayan bir işi,
amaca uygun biçimde yapma fırsatını reddetmiş oluyorsunuz. Bence o maddelerin
çıkarılmasının en büyük eksikliği burada kendini gösteriyor.
İkincisi; Çevre Bakanlığı aralık
ayında yanılmıyorsam bir yönetmelik çıkardı; ”Çevre Düzeni Planlamasının
Düzenlenmesine İlişkin Esaslar” gibi bir başlık taşıyor. Allah Allah... İmar
Yasasında yer alan ve tanımlanan bir il çapındaki çevre düzeni planı var, çevre
düzeni planının ölçekleri bile yazılı; “1/25 000, 1/50 000” diye. Şimdi de
Çevre Bakanlığı, çevreyi kurtardı, “çevre düzeni planı benim yetkimdir” diye
ortada böyle bir yönetmelikle çıktı. Hangi örgüt, hangi denetim düzenekleriyle
yapacak; bu ortada yok.
Demek
istediğim; bu, bir anlamda imar plancılığında bir başıbozukluk. Daha başka
örnekler de verilebilir, ayrıntılara girmiyorum; ama İçişleri Bakanlığı, yerel
yönetimlerle ilgili bir bakanlık; bunun yeri nerede olmalı, yoksa yerel
yönetimlerle ilgilenmek için başka bir örgütlenme mi olmalı; onu bir tarafa bırakıyorum. Ancak eğer imar
planlarının yerine getirilmesi, yapılması, üretilmesi, uygulanması bir belediye
görevidir. Bu böyleyse, yasalar da bu belediyelere bu yetkiyi vermişse;
belediyelerle ilgili bir bakanlık olarak, aksaklıkları gidermek üzere eğer bir
öneriler dizisi getirilmişse, buna da karşı koymak doğru olmazdı. Çünkü bazı
yasalarda değişiklik niteliğindeki şeylerdir bunlardır. Bu açıdan ben doğrusu
iyice kuşa çevrilmiş olduğuna, Bakanın bu görüşüne katılıyorum.
Aslında bugünkü tasarı -ki,
Meclise sevk edilmiş olduğuna dair bugün bir haber aldık- başlangıçta yerel
yönetim reformu olarak tanıtılmıştı. Bugün sevgili arkadaşımız Sayın Kavas dedi
ki, “Bu bir reform yasa tasarısı değildir.” Doğru; ama ben burada bir yerel
yönetim reformuna ihtiyaç olup olmadığı konusunda bazı noktaları dikkatinize
sunmak istiyorum: Bir yaklaşım vardır ki, yerel yönetim sisteminin belli bir
parçasını ya da belli aksaklıklarını giderecek düzenlemeler içerir. Bu,
iyileştirmeci bir yaklaşımdır; bugünkü bu tasarı, bazı noktalarda iyileştirmeler getiren, yani
özellikle suya-sabuna fazla dokunmadan - dokunduğu yerler kesilmiştir- bazı
iyileştirmeler getiren bir tasarı. Bir de gerçekten “reform” diyebileceğimiz
köklü değişimlerin yapılabileceği; yani bugünkü siyasal sistemimiz içinde, -sistemimizin
dışında da başka dönüşümler yaratılabilir, o dönüşümleri bir tarafa
bırakıyorum- yapının kendisini bütünüyle ele almak gerekiyor.
Benden önce arkadaşlarımız
belirttiler: Bizde yerel yönetimler, gerçekten bir tür merkezin taşra
yönetiminin o alandaki ya da yereldeki uzantısından başka bir şey değildir,
bunu böyle anlıyoruz. Hatta Murat KARAYALÇIN, belediye başkanıyken şu deyimi
kullandı: “Biz, seçimle işbaşına gelmiş merkezi yönetimin genel müdürüyüz.” Bu,
büyük ölçüde bir gerçeği yansıtıyor; çünkü 1930’da Belediyeler Yasası
çıkarıldığı zaman, hatta 1924 yılında çıkarılan Köy Yasası, çok daha
katılımcılığa elverişli ve demokratik bir yapıyı yansıtıyordu. Ancak zamanla
-hatta il özel idareleri için de doğru diye düşünüyorum- merkezileşme eğilimi
giderek arttı; hele hele 50’den sonra güya demokratik düzene geçtik, çok
partili düzene geçtik, “biraz daha rahatlama olur” diye düşünüldü ya da öyle
tanımlandı; ama eskiden köylerin, il özel idarelerinin ve belediyelerin yaptığı
pek çok hizmet merkezileştirildi, bakanlıklara geçti. Bugün de bu süregidiyor.
İşte bu kopkoyu bir özekçilik, merkeziyetçilik. Artı, Anayasanın da son
düzenlemesine dayanılarak hala yerel yönetimlerin organları, belediye başkanı
ve üyeleri, bunların meclislerinin aldığı kararlar, düzenlediği bütçelerden
tutunuz, personel atamaya, hatta kadro ihdasına veya kaldırılmasına kadar
merkezi bürokrasinin bir denetimi ve hatta Anayasadaki biçimiyle “merkezin
yönetsel denetimi” dediğimiz idare vesayet altına alınmıştır; o kadar ki, her
türlü kararlarını etkileyecek, organlarını “geçici” adı altında görevden
alabilecek yetkilerle donatılmıştır. Bunun siyasal amaçlarla çok yanlış uygulamalarını
çok iyi biliyoruz, anımsıyoruz. Demek ki bir yandan aşırı özekçilik, öte yandan
özekçiliğin bir uzantısı olarak “yerindelik, olabilirlik denetimi” dediğimiz
denetime kadar giden, inen bir vesayet, kopkoyu bir vesayet.
Burada gerçekten siyasal sistemin büyük ölçüde hatalı
olduğunu düşünüyorum. Çünkü önceden belediye başkanlığı, meclis üyeliği, il
genel meclis üyeliği yapmış olup da sonradan Meclise girenlerin, hatta bakan
olanların, geldikleri yerel yönetimleri unuttuklarına tanık oldum ve bir araştırmada
bunu saptadık. Belediye başkanlığı, ulusal ölçekteki meclislere
seçilmek için,
bakan olmak için, yetkileri kullanmak ve musluğun ağzını elinde tutmak için bir
tür bir atlama taşı olarak kullanılıyor. Bir başka anlatımla şöyle söylüyorum:
Merkezde siyasal erki kullananlar, yerelde siyasal erk olarak oluşan yerel iktidarlara karşı, iktidarı
onlarla paylaşmak istemiyor ve onun için bu kaç kere dönmüştür. Ben
asistanlığımdan beri “reform yapılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”
laflarını hep duyuyorum; tasarılar var, yığılmış durumda, hâlâ yapılmıyor.
Yapılmayış nedeni, siyasal yapımız, rejimimizdir. Belediyeler, bu merkezin
desteğine muhtaç halde. Çağdaş belediyecilik anlayışına ters bir durum.
Daha fazla ayrıntılarına girmiyorum. Eğer bir şeyler
yapılacaksa; bu söylediğimiz aşırı özerkçilik, aşırı yönetsel denetim ve akçalı
açıdan özerkliği sağlayacak bir yaklaşım içinde ele almak gerekir. İkincisi şu:
-sizler valilik de yaptınız, biliyorsunuz- merkezi hükümet, taşradaki kendi örgütlerine,
valiliklere ve ilçelere herhangi bir şekilde yetki genişliği ilkesine göre
çalışma fırsatını da vermez. Her şeye, ilgili bakanlar karışır ve büyük ölçüde
vali de yerinden olmak istemez ve zaten onlar da merkezden gelir; hâlâ böyle
bir sistem uygulanıp gidiyor. Belirtmek istediğim husus şu: Demokratikleşme,
demokratik yapıya kavuşma, halkın katılımını sağlama, ortak etme gibi
konularda, yerel yönetimler hatalı çalışmaları nedeniyle buna layık değil; ama
merkezi hükümet, devlet yönetimi sanki demokratik mi çalışıyor, saydam mı
çalışıyor? O açıdan yerel yönetim reformunun; ancak bütünü içinde bir
demokratikleşmeyi getiren, saydamlığı getiren, verimliliği getiren, tüm devlet
yapısının bir reformu içinde ele alınması gerekir. Tabi bugünkü yaklaşımlar, buna
pek elvermeyen bir yaklaşımdır; yani idarenin reform çalışmaları için,
özellikle 1960’lı yıllarda başlayan MEHTAP projeleri vardır. Merkezi hükümet
teşkilatının yeniden teşkilatlanması, mahalli idareler araştırması, 1981’de
Amme İdaresi Enstitüsünün yaptığı çalışması -1971’de de var- ve bir de 1980’li
yılların sonunda, 1990’lı yılların başında “KAYA RAPORU” denilen, kamu
hizmetlerinin reformu için geliştirilen bir araştırma projesi var ve daha başka
çalışmalar var. Ama nedense buna karşın bir türlü yerel yönetimlerin özerkliği,
demokratikleşmesi ve güçlenmesi konusunda adımlar atılamıyor. Bunun nedenini
siyasal rejimde ve siyasetçilerimizin bütün yetkileri elde bulundurmasına
bağlıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin,
yerel yönetimlerle ilgili sağlam belirlenmiş politikaları var mı, bu
politikalar nasıl uygulanıyor? Bu konuda, kalkınma planlarında olsun, hükümet
izlencelerinde olsun, seçim bildirgelerinde olsun, hatta kent parlamentoları
öneriyorlar, yerel parlamentoları öneriyorlar; ama hiçbiri bu konuda bir adım
ileriye gidemiyor.
Önemli bir husus da şu:
Kentleşme politikaları ve belediyeleşme politikalarının birbiriyle tutarlı
olması gerekir. Bakıyoruz, bu tasarıda belediye kurulması için nüfus 5 bine
çıkmış; belediye kurulması için 2 bindi. Gerçekten, belediye kurulması için 2
bin nüfus yeterli değil; ama “kendi başına belediyeleşmeden, o köyleri
demokratik bir yönetime kavuşturmak, güçlü kılmak için ne yapılabilir?”
sorusuna yanıt vermek gerekiyor. Gerçekten kırsal alanda bir yönetim boşluğu
vardır ve özellikle siyasiler de bu yönetim boşluğunu gidermek için, bu nüfus
ölçütünü gerçekleştirmek için birtakım şeyler yaparak sayımlarda 2 bin nüfusu
bulmak ve geçmek için, düğünler, şenlikler düzenlerler. Bir de; merkezden pay
almak için, nüfusumuzun 65-67 milyon olması gerekirken, 78 milyona çıktığını
biliyoruz. İndirmeye başladılar. gidiyorlar, tetkik ediyorlar; ama ne kadar
indirdiler bilmiyorum.
Köyler zaten zayıf durumda,
güçlü değiller. O zaman çeşitli öneriler var, bunun ayrıntılarına girmek
istemiyorum. Ama önemli olan belediyeyi kurmak değil, belediyenin bazı temel
işlevlerini, görevlerini yapabilecek güçte olmasını sağlamak; yoksa, bu hizmetleri
sağlayabilecek ara basamaklarda yerel yönetimleri kurmak ve yetkileri ona
vermek gerekir.
“2 bin nüfuslu belediyeye imar
planı yap ve uygulamasına geç” diyoruz; ama orada teknisyen bile
bulamıyorsunuz, kent plancısı ya da mimarı nereden bulacaksınız? Bunun
çözümleri var. Bunlardan biri; belediyeleri, nüfuslarına göre hangi görevleri
yapabilirse o ölçüde desteklemek, görevlerini ona yaptırmak. İmar planı
yapamayacak belediyenin, imar planını başka bir yerel yönetimden destek alarak
yaptırmak mümkündür; bunun gibi. Başka ülkelerde de “basamaklandırma” vardır;
ama bunu düşünmüyoruz, birden bire 5 bine çıkarıyoruz ve 2 binin altında
olanları da Bakanlar Kurulu kararıyla... Bir yerin belediye olması için,
Bakanlar Kurulu karar vermiyor; yöntem, halk oylamasıyla
başlıyor.
Zaten Danıştayın bazı kararları var, ayrıntısına girmek istemiyorum; o kasaba
görev -‘belde’ diyorlar, ama resmi adı kasabadır- yapamayacak duruma gelmişse
doğal ki, belediye teşkilatı ortadan kalkmış sayılıyor; bu önemli değil.
Biraz önce sözü edilen “ilçe
özel yönetimi yahut yerel yönetimi kurulmalıdır” görüşü ağır basıyor; yani
“kırsal alanda boşluk var ve bu boşluğu doldurmak için, köylerin muhtarlarının
ve temsilcilerinin oluşturduğu bir meclise sahip, ilçe çapında bir şey kurulsun.”
Tabi bu önerilerin hepsi birtakım yasal düzenlemeleri gerektiriyor; ama
kanımızca, bu çalışmalara girmekte yarar var. Bu tasarı; köye hizmet
birlikleri, ilçe-köy hizmet birlikleri kurulmasını zorunlu hale getirir. Bu
zorunluluk, birincisi; yerel yönetim kuramı açısından tartışılabilir. İki;
kendi başkanını seçemiyor, tıpkı il özel idaresinde olduğu gibi, kaymakam o
şeyin başkanı oluyor.
Yerel yönetimle, yönetim yapımızı genelde Fransızlara
benzetmişiz, hatta onlardan öykünmüşüz. Ama onlar bile 1980’lerin başında,
1982’de yerel yönetim reformu yaptılar ve orada valileri, yerel yönetimin başı
olmaktan çıkardılar. Yerel yönetimi gözetleyen, yönlendiren, ona danışmanlık
eden ve hukuk dışına çıkmasını önleyen bir denetim ve gözetim görevi verildi.
Biz, bırakın il özel idaresinin başkanının meclisçe seçilmesi durumunu;
ilçelere de “ilçe-köy birlikleri” adıyla kurulacak bir birlikte yine
kaymakamın, başkan olarak bir merkezi idarenin temsilcisi olarak atandığı
hususu yerel yönetim kuramı açısından tartışılması gereken bir durumdur.
Vaktinizi almamak için,
sözlerimi şöyle bağlamak istiyorum: Evet, Türkiye'de tüm siyasal rejimimizin
yeniden yapılanması ne kadar gerekliyse, yerel yönetimlerimizin yeniden
yapılanması da o denli zorunludur. Buna gerçekten büyük ihtiyaç vardır; hem
hizmetlerin verimliliği açısından, hem de demokratikleşme açısından, demokrasi
kültürünün yerleşmesi için.
Klasik sözü tekrarlamak istemiyorum; ama hep söylemek
zorunda kalıyorum “yerel yönetimler, demokrasinin hem beşiğidir, hem de okuludur”
Halkın seçme seçilme geleneklerini, sorunlarına sahip çıkma ve ağırlık koyma
alışkanlıklarını kazanmaları için, bir ortamdır; bunu beslememiz lazım. Bunu
köreltiyoruz ve bugüne kadar bu doğrultuda önlemler alamadığımız için, bütün
siyasal açıdan demokratikleşme sorunumuz büyük ölçüde ortaya çıktı; ama hâlâ bu
konuda bir adım ilerlemiş değiliz.
İkinci nokta da; verimlilik
açısından, etkinlik açısından. Burada temel yaklaşım -ki burada gözden
kaçırılmış- şu: Anayasal düzenimize 1961 Anayasasıyla giren bir ilke var “yerel
yönetimlere, görevleriyle orantılı gelir sağlanır -yasayla-” bir türlü
sağlanamadı. Anayasalarda, 1961’den bu yana bu ilke benimsenmiştir.
Şunu söylemek istiyorum: 1961 Anayasasına giren “mali
denkleştirme, akçalı denkleştirme, mali tevdi” denilen klasik, yerleşmiş bir
ilke var, o da şu: Birincisi; görevler, işlevler yerel yönetim ile özerksel
yönetim, merkezi yönetim arasında ve yerel yönetimlerin kendi aralarında
bölüştürülür. Buna, sonradan saklı subsidiarite eklendi. Yerinden yönetim
ilkesine göre, yerel nitelikteki hizmetleri, yerel yönetimler yüklenir. Onların
yapamayacağı ya da yararlı bir yönetim biriminin çalışma alanının üstüne giden
konularda da, bölgesel ya da ülkesel yönetimler bu görevleri yüklenir. Bu görev
ayrımını da nasıl yapılacağını, yerel
yönetimler kuramında, hatta kamu ekonomisi kitaplarında bulabilirsiniz.
İkinci yönü ise; bu
yönetimler, bu verilen görevleri yapabilecek mali akçalı güce sahip mi, değil
mi? Bunu da, bilimsel yöntemlerle hangi kaynakların, hangi yerel yönetimlere
gideceği ve merkezi yönetime ne kalacağı?
Sayın YAZICIOĞLU bir şey
söyledi: “Bilmem hangi şeyin yapılması için, yüzde 2 vergi daha ödemeniz
gerekir” sözcüğünü kullandı. İnsanlar bir şeyler bekliyorsa, elini taşın altına
koymalıdır ve onu karşılamalıdır; yani yerel halkın yararlandığı hizmetlerin
maliyetine katkıda bulunması gerekir. Bir başka anlatımla; bu görevleri yerine
getirmesi için, yerel yönetimlerin öz gelirleri yeterli olmalıdır. Buradan giderek, şunu da söyleyeyim: Peki,
ama yerel kaynakları çok dar olan, geri
kalmış bölgelerdeki, yörelerdeki yerel yönetimler ne olacak? Bunun da, eşitleme
politikaları içinde pekala takviye edilmesi, merkezden kaynak aktarımının bu
amaçla yapılması gerekir. Demek ki böyle bir görev ve gelir bölüşümü yapıldığı
taktirde, böyle yaklaşıldığı zaman yerel yönetimlerin güçlenmesi söz konusu olur.
Bir noktaya daha işaret etmek istiyorum: “Yerel
yönetimlerin güçlenmesi” dediğimiz zaman;
küreselleşmeye dayalı, özelleştirmeci birtakım
“deregülasyon”
dedikleri “kuralsızlaştırma” ve benzeri uyum politikalarını kastetmiyoruz.
Henüz “küreselleşme” söylemi
çıkmadan önceki dönemden bu yana, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini
savunuyoruz ve bunun, demokrasinin, daha iyi yönetimin bir gereği olduğunu
düşünüyoruz. Fakat küreselleştirmecilerin, “yerelleşme” adı altında ulus-devleti
by-pass ederek, yanından geçerek yerele indirmesi; yeni pazarları zayıf durumda
bulunan işçiye, emekçiye ve yönetimlere dayatma gibi bir durum oluyor.
Özelleştirmenin dış borçlanması hakkında -Birgül
arkadaşımız, bu konuda konuşacaktır herhalde- çok dayatmacı biçimde ve hem
ulusal ekonomi açısından, hem de istihdam gücü, mali kaynakların dışa
aktarılması, yerel yönetimlerin giderek zayıflaması gibi bazı sonuçları var;
buraya girmiyorum. Ama gerçekten ülke çapında, sağlıklı bir yönetim kurulacaksa
“yerel yönetimlerin yerini alabilmesi için, köklü çözümlere gereksinim var”
diyerek bağlamak istiyorum. Teşekkür ediyorum.
CEMAL GÖKÇE- Çok teşekkür ederim Sayın
Hocam.
Sultan Çiftliği Belediye Başkanı
başarılar diliyor; teşekkür ediyorum. Yakuplu Belediye Başkanı, panele
katılanlara ve panelimize başarılar diliyor; teşekkür ediyorum. Belediye
Başkanı Mehmet BİNGÖL, Şile Belediye Başkanı İhsan ÇAYIROĞLU, İstanbul Belediye
Başkanı Ali Müfit GÜRTUNA, Beyoğlu Belediye Başkanı Mimar Kadir TOPBAŞ, Çatalca
Belediye Başkanı İsmail TOP ve Bakırköy Belediye Başkanı Sayın Ahmet BAHADIRLI
başarılar diliyorlar; kendilerine teşekkür ediyorum.
Değerli katılımcılar; Doçent
Doktor Birgül Ayman GÜLER, bu konularda araştırma yapan, yazan çizen, konuşan,
araştırma yapan değerli bir bilim kadınımız. Bizi kırmadılar ve Ankara’dan
buraya kadar geldiler; kendisine teşekkür ediyorum. Bazen söz haklarımızda
zamanımızı aşıyoruz, iyi kullanamıyoruz. Sayın Hocamızın, 25 dakika içerisinde
toparlayabileceğini düşünüyorum.
Sayın Birgül Ayman
GÜLER, buyurun.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER ( Türkiye ve Ortadoğu Amme İdare Enstitüsü
Öğretim Üyesi ): Sayın Başkan, bu hep başıma gelir. Neden acaba? Bir
ayrımcılık olarak düşüneyim mi bunu? Bu
sık sık oluyor. Yarım saat içerisinde toparlayacağım, onu aşmayacağım.
Kayhan Bey’in söylediklerinden, daha doğrusu söylemediklerinden başlayacağım.
Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı’nda ne var daha? Kuşkusuz, vakti olmadığı için
giremedi. Mesela şu var: Yerel yönetimler, şu anda 1 yıl süreyle ihaleye
çıkıyorlar; daha fazla süreli ihaleye çıkamıyorlar. İhale süresi 5 yıla
çıkarılıyor, yap-işlet-devret yöntemleriyle yatırım yapmaları mümkün hale
getiriliyor ve öndeki yasal engeller açılmış oluyor. Taşınmaz kullanımlarına
ilişkin irtifak hakları için 10 yıl süre, doğrudan belediye meclisi kararıyla
mümkün hale geliyor.
Çöp işleri daha önceden
belediye bütçesinden karşılanırdı; bir süredir, Çevre Temizlik Vergisinden
karşılanıyor. Bütçeden karşılama ve Çevre
Temizlik Vergisiyle karşılama da ortadan kalkıyor ve onun yerine çöp
işlerinde “tarife sistemi” aslına bakarsanız bir adım sonrası “fiyat sistemi”
geliyor. Yani su hizmetinde, tarife karşılığı kullandığınız m3 su
başına şu kadar lira ödüyorsunuz; çöp işlerinde de faturalama sistemi,
fiyatlandırma sistemine doğru açılmak üzere bu uygulama gündeme geliyor. Bu, şu
demektir: Nasıl ki, su işleri tarife sistemiyle özelleştirilebilir durumdaysa,
çöp işleri de özelleştirilebilir hale geliyor; Tasarının böyle bir yeniliği var.
Personel sisteminde önemli
değişiklikler getiriyor. Aslına bakarsanız, kendisi “geçici işçilik” dedi; ama
hukukta “geçici işçilik” diye bir şey yok. Geçici iş, 30 günden az süren iştir;
ama onu yapan işçiye “geçici işçi” denmez. Bu, bütçe kanunlarıyla falan, 1986
yılından beri gündeme gelmiş bir şeydir ve özü şudur: Kamuda çalışan işçi de
1475’e tabi çalışırdı; ama bir kamu ahlakı, adabı, bir teamülü vardı.
Neredeyse, sendikalaşma kendiliğinden oluyordu ve orada çalışan işçilere, özel
sektörün yaptığı muamele yapılamıyordu.
Güvenceli, adeta memur sistemine yakın, işçilik statüsü “kamu işçiliği”
statüsü fiilen doğmuştu. Yeni getirilen sistem “1475 özel sektörde nasıl
uygulanıyorsa, işçiler aynı hükümlere tabi olarak çalışsınlar” diyor; yani kamu
işçiliği statüsünü, teamülde oluşmuş olan şeyi ortadan kaldırıyor.
Personel sistemini,
özelleştirmeye, tüm hizmetlerin özelleştirilmesine hazır duruma getiriyor.
Bireysel sözleşme üst düzey, hatta yer yer orta düzey
yöneticiye kadar
inebilir; 657 değil, işçi statüsü değil, sözleşmeli bir statü. Acaba, 657’deki
sözleşmeli statü mü? Burası karışık. “Bireysel sözleşmeler hukuku” diye nasıl
bir şeyle karşılaşacağımızı bekleyeceğiz göreceğiz, yaşayıp göreceğiz. Yani
“piyasalarda esneklik” denilen yeni sağcı politikayı inşa eden hükümler içeren
bir personel yapısı hükmü getiriliyor. Tamam, belediyelerin gelirlerini
arttırıyor görünüyor. Ne yapıyor? Haberleşme Vergisinden aldığı payı, yüzde
1’den yüzde 2’ye arttırıyor, kasaya girecek olan para çoğalacak; ama bizim
vergi sistemimizde sorun, gelir dağılımını daha çok bozma ilkesine oturmasıdır.
Emlak vergisine bakın, belediye harcamalarının yüzde 10’unu bile karşılamaz;
yani serveti vergilendiren, zenginliği vergilendiren kalemler son derece
sınırlıdır ve işletilmez. Hem merkezi yönetim tarafından işletilmez, hem yerel
yönetimler tarafından işletilmez. Tasarı serveti ve rantı yine
vergilendirmiyor; gelir sorununu dolaylı vergiler ile çözmeye girişiyor.
Türkiye'nin beklediği şey
eşitlik ve özgürlük ise -ki odur- demokrasi ise - ki odur- sistemi bugünkü
yapısıyla aynen koruyup, merkezden yerele yetki aktarmakla bir arpa boyu bile
yol gidemeyiz. Eşitlik ve özgürlük gelecekse, demokratikleşme sağlanacaksa, bu
bozuk vergi yapısının yerel yönetimler düzeyinde de değiştirilmesi ve yeniden
örgütlenmesi gerekir. Emek kesiminin lehine olmak üzere; servet, sermaye
kesiminin, kazandığınla orantılı bir şekilde
-‘aleyhine’
bile diyemeyeceğim- yüke katılmak üzere bu yapının yeniden düzenlenmesi
gerekir.
İnanılmaz rant artışlarından
kamuya dönen nedir ki; hiçbir şey. Rantı, kamuya geri döndürmek gerekir. Bütün
vergi adına sıralananlarda, bu unsurların hiçbiri yer almaz. Bu yüzden, diyelim
ki yasa tasarısı yerel yönetimlerin kaynaklarını arttırdı; bu, demokrasiye
hiçbirşey katmayacaktır. Tersine bu adil olmayan yapıyı koruduğu için,
antidemokratik sonuçlar üretecektir. Tasarı gelir dağılımındaki bozukluğu
derinleştirecektir. Sistemi değiştirme yönünden çok fazla bir şey beklemek
mümkün görünmüyor.
Kayhan Bey söyledi: Meclis üyeleri aylık alacaklar; çok
önemli bir değişiklik. Profesyonel Meclis üyeleri yaratıyorsunuz, şu anda
nüfusu 70 binden çok olan belediyelerde meclis üyeleri huzur hakkı alıyorlar,
bundan böyle bu kesim aylık alacak, işi meclis üyeliği olacak. Yerel yönetim
felsefesi bu değildir. Sanıyorum hiçbirimizin, konuşmacıların aklındaki felsefe
bu değil. Yerel yönetimin felsefesi; işimi yaparken, çocuğuma bakarken kentin
yönetiminde de varolmak üzerinde yükselir.
Ulusal düzeyde profesyonel
parlamenterlik yarattınız; profesyonelizmin demokrasiyi ne hale getirdiği
belli.
Bu tasarı, her şeyi paraya endeksleyen bu hükümleriyle
beraber geliyor. “İlçe köy birliği” denilen bir sistem getiriyor, onu asla kamu
kurumu olarak kurmuyor. “İlçe köy birliği kuruldu, yerel yönetimler
güçlendirildi” deyip, demokratikleştiğimizi söyleyemezsiniz. Demokratikleşmenin
özünü yakalayacağımız nokta; kamu hizmetinin genişletildiği, hizmetin bütçeden
verildiği ve kamu hizmetlerinin, özellikle dar gelirli gruplara doğru genişletildiği
noktadır. İlçe köy birliğiyle, kaymakam başkanlığında, ilçedeki köy muhtarlarının birlik meclisi üyesi olduğu bir
yapı yaratılıyor. Toplam 850 adet ilçe köy birliği kurulacak; bunlar ihale
sisteminden ve kamu denetiminden bağışık olarak birer ihale makamı olarak
çalışacaklardır. 850 yeni ihale makamı yaratılıyor.
Tasarının bir hükmüne göre
“kurumlar arasında ortak projeler geliştirilebilir”. Bir kurum yaptığı işi
-mesela bir köy- ortak projeden sonra belediyeye devredebilir ya da Milli
Eğitim Bakanlığı, yaptığı bazı işleri belediyelere devredebilir. Devletin
içindeki görev paylaşımını, yetki paylaşımını ancak yasayla yapabilirsiniz.
Oysa tasarı, yapılacak idari protokollerle, merkezden yerele, yerelin çeşitli
birimleri arasında, birbirleri arasında yeniden bir görev ve yetki paylaşımı
yapma imkânı tanımaktadır. Ortak projeler geliştirmek güzel, olması gerekir;
buna hiç itirazım yok. Hizmetlerde güçleri birleştirmek, bizde eksik olan
şeydir, kesinlikle yapılmalı; ama kurumlar arası ilişkiler hükmü bu mu?
Yalnızca bunu içermesi gerekirken bu hüküm görev ve yetki devri stratejisini
genişletmeyi içermektedir. O maddeyi lütfen çok dikkatli gözlerle okuyalım, hep
birlikte okuyalım. Çünkü şu olacak: Kurumlar arasında yapılan protokollerle,
Türkiye’de, Türkiye'nin ulusal çapta tartışmadığı, politik değil teknik bir
konu olduğu gerekçesiyle idarenin kendi içinde bir kurumdan diğerine yapılacak
aktarmaların devlet yapılanmasını fiilen değiştirdiği bir süreç açılacaktır.
Devlet örgütlenmesinin içindeki iş bölümü inanılmaz değişebilir,
kontrol
edilemeyecek, arzu etmediğimiz noktalara doğru bir değişme yaşanabilir. Hepsi
bir tarafa, diyelim ki öyle bir tehdit getirmesin; devlete ilişkin karar
verilecekse, sorun ulusaldır, toplumsaldır. Toplumsal ve ulusal bir konunun iki
kurumun arasındaki idari protokolle her türlü siyasal süreç ve irade dışlanarak
halledilmesine “evet” denebilir mi? dememek gerekiyor; yurttaşlık görevi bu
usule “evet” dememeyi gerektiriyor.
Elimizdeki Yerel Yönetimler Yasa
Tasarısı özelleştirmecidir; yani belediyelere kaynak ve görev veriyorsa, bunu
özelleştirmesi şartıyla, o araçları sunarak veriyor. Kaynak ve yetkilerin kamu
hizmetini yürütmek, genişletmek üzere verdiği söylenemez. Hazine toprağı
devrediliyor ve bence de, Hazinenin özel mülkiyetindeki topraklar devredilmelidir;
ama bu parsellenip, imara açılıp satılmak ve böylece belediyelerin mali
krizlerini aşması için kullanılmak üzere
bu koşulla yapılıyor. Hazinenin özel mülkiyetindeki toprakları yerel
yönetimlere vermek ne demek? Elinizdeki hazine toprağı; kamunun nefes
alacağı noktalarda sürekli genişletmek
zorunda olduğunuz varlıktır. Dolayısıyla, karşı çıktığım konu “yerel yönetime
yetki aktarıldı, yerel yönetime kaynak aktarıldı” değildir. Elimizdeki tasarı;
kamu hizmet alanını daraltmak, kamu hizmetlerini ticarileştirmek, metalaştırmak
üzere, belediyelere geçici bir süre için aktarıyor; il özel idarelerinde
yaptığı aktarım da böyledir. Tasarı, özetle özelleştirmek üzere yerelleştirme
tasarısı kimliğine sahiptir. Peki, bu Tasarı’nın ortaya çıkma nedeni nedir? Bu
hükümler ile hangi toplumsal gerekleri yerine getirmektedir? Yerel Yönetimler
Yasa Tasarısı, üç büyük gelişmenin içinde bir parçadır. Bir; governance yada
yönetişim parçası. İki; liberalizasyon yada serbestleştirme politikaları
parçası ve üç; Avrupa Birliği parçası. Çok geniş konular, ama son derece
şematik söyleyeceğim.
Liberalizasyon parçası; yani 24
Ocak kararlarından bu yana gelen, Dünya Bankasının “yapısal uyarlama”
kredileriyle ilerleyen, son dönem 1994-99 IMF stand-by anlaşmalarıyla yürüyen
ve son olarak da, açıklanan ekonomik programla birlikte günümüzde tartışmaları
süren, iktisadi kalkınma stratejisi.
Liberalizasyon; 1947’de “GATT”
diye başlayan ve mal ticaretinde, devletler arasında serbest alışverişi öngören
süreç Liberalizasyon; 1995 yılında GATS ile, “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması”
ile genişleyen süreç. Türkiye, 1995
yılında, Uruguay Raund sonunda bu anlaşmaya ilk imza koyan ülkelerden biri
oldu. “GATS” dediğimiz şey; devletin işlevlerini, devletin yapısını yeniden
belirleyen, “ticari nitelik taşımayan ve tekel niteliğinde olanın dışındaki her
şey liberalizasyona konudur” diyen anlaşma. Kamu hizmetinin yeniden ve yeniden
tanımlandığı bu anlaşma sayesinde aşağı yukarı elimizde hiçbir şey
kalmayacaktır. Eğitim, kesinlikle liberalize edilmesi gereken sektördür.
Sağlık, su sektörü ve birçok kamu hizmeti, anlaşma kapsamındadır. Türkiye
taahhüt listesini vermiştir. Türkiye, bu sektörlerde hemen hemen hiçbir noktada
kısıtlama olmadığını, varolan kimi kısıtlamaların en kısa zamanda kaldırılacağını söylemiştir. Hazine
Müsteşarlığı Bankacılık ve Kambiyo Genel Müdürlüğü, Türkiye'nin taahhüt
listesini yeniden ve yeniden düzenliyor. Bakıyorsunuz ki, Türkiye'de en temel
kamu hizmeti alanları liberalizasyon sürecine
sokulmuş.
Liberalizasyon şu demektir: Hizmetleri
kamu hizmeti olarak görme, piyasa işi haline getir; piyasada bu işi yapacak
şirketlerde yerli-yabancı ayırımı yapma; GATS’ın anlamı budur. Yerli şirket
hangi haklara sahipse, bütün diğer ülkelerin yabancı şirketleri aynı haklara
sahip olmalıdır; taahhüt listesi buna ilişkin uygulamalar bakımından ülkenizin
fotoğrafı ve yükümlülüklerini anlatır. Yani devletin sosyal karakterini
kazandığı ne kadar sosyal görev alanı varsa; GATS anlaşmasıyla, bütün bu hizmet
alanları özelleştirmeye, piyasa işi haline gelmeye, yabancılaşmaya doğrudan
doğruya açılır hale geldi. GATS gümbür gümbür gelirken, yerel yönetimlere bu
hizmetleri “özelleştirilebilir, ticari esaslara göre sunulması gereken” diye
devretmenin bir anlamı olması gerekir. Anlamı vardır; Türkiye, uluslararası
taahhütlerini yerine getiriyor ve uluslararası alanda yerel yönetimler bazında
yapılacak olan şey; bu uluslararası hükümler doğrultusunda, son derece sıkı bir
şekilde takip ediliyor. Liberalizasyon, artık kalkınma ve demokrasi için bir
hedef değildir. 1980’de hedef, “kalkınma ve demokrasi”, araç “liberalizasyon”
dur diye sunuldu. Liberalizasyonun kalkınmayı sağlayamadığı 20 senedir görüldü
ve demokratikleşmeyi sağlayamadığı da son derece açık; ama liberilizasyon hâlâ
hızlı ve asla hızı kesilmedi. Liberalizasyon
denilen süreç, araç iken amaca dönüşmüştür; Dünya Ticaret
Örgütünün yönettiği süreç olarak amaca dönüşmüştür.
Bu sürecin içerisinde, kamu
hizmet alanının sürekli daraldığı ve yabancılaştığı süreç içerisinde, mevcut
parlamenter demokrasi ve mevcut yerel yönetim sistemi varlığını sürdürmektedir.
Geleneksel kurumlar ile geleneksel kurallar, yeni doğan ilişkiler karşısında
değişmeye zorlanmaktadır. Kurul sistemi bu durumun göstergesidir. Dikkat edin;
bütün bakanlıkların, en temel bakanlıkların yapması gereken politika
oluşturma-geliştirme süreci üst kurullara devredilmiyor mu? Telekomünikasyon
Üst Kurulu, Elektrik ve Gaz Üst Kurulu, Bankacılık Düzenleme-Denetleme Kurulu,
Tarımı Yeniden Yapılandırma Üst Kurul, Şeker Piyasası Üst Kurulu, Sivil
Havacılık Üst Kurulu. Şu olacak: Bakanlıklar birer sekreterya durumuna
dönüştürülecek, politikayı üreten organ - idare hukuku anlamında organ, kurulun
kendisi olacak. “Şu anda kurulda kim var?” diye bakarsanız; evet kurullar hâlâ
bürokratlardan oluşuyor.
Ancak geliştirilen modele göre
-çok uzak bir gelecekte değil- kurulların üye yapısı Türkiye'de de
değişecektir. Bu kurullarda model, üç ortaklı yapı modelidir. Üç ortak, üç eşit
ortak, aralarından hiçbiri farklı ağırlığa sahip değil. Ortaklardan biri devletin
temsilcisidir; bürokrasi. İkincisi; artık bütün zenginliği yarattığı için
-liberallere göre- özel şirketlerin temsilcileridir. Üçüncüsü de “NGO” ya da bizim “STK” dediğimiz sivil
toplum örgütüdür. Bu üç eşit ortak kurullar, iktidar kullanmanın yeni biçimi
olmaya adaydır. Bu değişimi anlamanın kolay bir yolu var tersini söyleyelim
tersi çok daha açık. Bir kurul sistemi kurulsun ve burada “devletin
temsilcileri olsun; ikinci ortak işçi sendikaları, işçi sınıfının iktisadi
örgütleri olsun; üçüncü ortak demokratik kitle örgütleri olsun – bunu ileri
sürsem ve talep etsem başıma ne gelir dersiniz? Büyük olasılıkla, bir sınıfın
diğer sınıflar üzerinde tahakkümünü önermekten suçlu bulunurum. Bu, bir iktidar
formülüdür, iktidar tipini söylüyorsunuz, bu bir tür proletarya diktatörlüğüdür
ya da işçi köylü diktatörlüğüdür, vb. Böyle bir formüle “devrim” diyoruz, o
halde şimdi yapılan da karşı devrimdir. Yani liberalizasyon, kurul sistemiyle
beraber iktidarın biçimini ortaya koyarken; özünü, bu üç ortaklı iktidar yapısıyla
doldurdu ve adını da koydu: Ekonomiden Sorumlu Bakan çok sık söylüyor, bundan
sonra daha sık söyleyecek, gazetelerde daha çok okuyacağız. Bu formüle “Good
government” yada “governance” deniyor; Türkçesi ile “yönetişim”. Formül ile
tanımlanma tarzı hâlâ sorunlu, hâlâ inşasına çalışılıyor; ama temel çizgileri
ile çıkmıştır ortaya. 21 nci yüzyılda dünyadaki az gelişmiş ya da gelişmiş kapitalist devletler de idari
ve siyasi iktidari governance tipi üzerine inşa edilecektir.
Governance tipi iktidar, Birleşmiş Milletler tarafından
küresel, ulusal ve yerel olmak üzere üç düzlemde fiilen inşa edilmeye
çalışılmaktadır. Elimizde, 10 seneden bu yana tanıdık olan bazı kavramlar var:
“Gündem 21”, “Yerel Gündem 21” gibi katılımı hızlandıran kavramlar. 1992 yılında
yapılan Rio toplantısının adı “Kalkınma ve Çevre Dünya Konferansı” idi ve
sürdürülebilir kalkınma stratejisi gereğince şu ilke kabul edilmiştir.
“Kalkınacaksınız, vazgeçemezsiniz; ama önce çevre. Kalkınma stratejisini
belirlediğinde, bu strateji eğer çevreye zarar veriyorsa vazgeçmelisin, çevre
kalkınma hedefinin sınırını oluşturmalıdır. ”
Rio toplantısında, sürdürülebilir
kalkınmayı gerçekleştirebilmek için az gelişmiş ülkelere dönük bir plan çıktı
ortaya; Devletler, Global Gündem 21’i imza altına aldı ve denildi ki “nasyonal
/ ulusal gündem 21’ler ve lokal/yerel gündem 21’ler hazırlanacak” tır. UNDP,
yerel gündem 21’ler yapılsın diye para ayırdı, projeler örgütledi, Türkiye'de
40’tan fazla belediye bu projenin ortağı oldu. Ulusal Gündem 21 için Dünya Bankası
para ayırdı, Çevre Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı işbirliğiyle
Türkiye'nin 21. yüzyıl gündemi demek olan Ulusal Gündem 21 hazırlandı.
Düşünebiliyor musunuz? 21. yüzyıl gündemi. 5 yıllık plan ulusaldır, yıllık
program ulusaldır. 21. Yüzyıl perspektifini çizdiğiniz bu belgenin finansmanı
Dünya Bankası’nca karşılanmıştır. Mayıs 2000’de çıktı bu rapor. Yani Global
Gündem 21 projesi, ulusal ve yerel boyutlarıyla hayata geçti. Sırf Türkiye’de
değil, pek çok ülkede.
İşler tamamlandığında, 2000 yılında UNDP, Mayıs ayında
Malmö’de “Çevre Bakanları Konferansı” yaptı. Karar şudur: Gündem 21 tipi
çalışma, yeni bir nefese ihtiyaç hissediyor ve yeni nefes “global compact”
nefesidir. Türkçe’ye “Küresel Sözleşme” diye çevrilebilen bir yapı.
Global Compact yada Küresel Sözleşme, 1992’de başlayan
Global Agenda 21 ya da Küresel Gündem 21 Politikasının yerini almak üzere
geliştirilmiş
olan politikadır. Gündem 21 projeleri, devlet yönetimine NGO ortaklığını
zorlamıştır; Global Compact devlet yönetimine özel şirket ortaklığını
yerleştirmeyi hedeflemektedir. Gelişmeler şöyledir;
1999 yılı sonunda Birleşmiş
Milletler doğanın üzerinde, kadın emeği üzerinde, çocuk emeği üzerinde, insan
hakları üzerinde geniş bir ihlaller uygulaması var. Dünya üretim ve ticaretinin
¾’ünü bu transnasyonal şirketler yapıyor. O halde bunlar daha yaşanır bir dünya
kurmak için yönetimde yer almalı BM’in çağrısı üzerine transnasyonel
şirketlerin malıdırlar. 50 temsilciyle Kofi Annan oturdu, “9 ışık” belirlediler
“ihlali önleyeceğiz, ihlalden caydıracağız” vesaire gibi. Bunlardan, dünya
genelinde ihlalleri kim önlerse UN bayraklarını, antentini vesaireyi
taşıyabilecek, bu ödül onun “temiz şirket” olduğu anlamına gelecektir.
İlk ödülü kime verdiler biliyor
musunuz? Kültür emperyalizminin öncü gücü olarak tanınan Walt Disney’e
verdiler.
Global Compact’ı Birleşmiş
Milletler, 1999 yılı sonu ve 2000 yılı başlarında kurdu. Bu sözleşmede
Birleşmiş Milletler bürokrasiyi temsil ediyor; özel şirketleri temsil etmek
üzere transnasyonal şirketlerin temsilcileri var; NGO sivil toplum örgütlerini
temsil etmek üzere Uluslararası Af Örgütü, ILO gibi çeşitli organizasyonlara
yer açılmış. Az önce anılan Malmö Bildirgesi’nde bu yapı ile küresel düzeyde
ilk adımların atıldığı, Global
Governance temelinin kurulduğu görüşü açıkça benimsenmiştir.
İddiayla söyleyebilirim -2002
yılında sağ olur yine görüşürüz ya da görüşemezsek de hatırlarsınız- 2002
yılında, Rio büyüklüğünde bir toplantı, yine UN tarafından yapıldığında; daha
öncekinde nasıl Global Gündem 21, National Gündem 21, Yerel Gündem 21 vardı; bu
toplantıda Global Compact, National Compact, Local Compact çıkacak.
Aradaki fark şudur: Gündem 21
projesinde üç ortaktan hep söz edildi; ama ikinci ortak hep örtüldü, geri
çekildi ve insanların katılımcı ruhundan maksimum yararlanıldı ve dernekler, vakıflar
biçiminde çalışan insanlar “kendi yaşamıma sahip çıkıyorum muazzam duygusuyla
STK’larda, bu çerçevenin içinde yer aldı. Devlet inanılmaz kapalıydı, ketumdu
ve sicili gerçekten de iyi değildi. Toplumsal örgütler “STK” diye çıktığında,
çeşitli makamlar, örneğin diyelim valilikler bunları istekle kabul etmeye
başladı. Örneğin İlçe Milli Eğitim Müdürü, kent konseyinde öğrencisiyle
tartışmaya başladı; çok çarpıcı. Buna
çok ihtiyacımız var, bizim sorunumuz bu: Devletle toplum arasındaki
diyalog kopukluğu. Dolayısıyla, formül, bizim benzerimiz olan ülkelerde de bu
ihtiyacın üzerine bastı ve bu hareket havalandı; ama özü şimdi açığa çıkıyor.
Ortaya çıkan öz şudur: Üç ortaklı yapıda, bir patron var. Özel sektör
patrondur; yani karşı karşıya kalacağımız şey hem siyasidir -kurul tipini
düşünün- hem idaridir. Karar alır, denetler, ceza da verir. Bu kurullar,
kuvvetler ayrılığının bütün unsurlarını bünyesinde birleştirmiştir. O
kurulların içinde üç eşit ortaklı yapı, bir süre sonra unutulacak. Nasıl Gündem
21’de “bir numara STK’dır” dendiyse şimdi bir numara özel şirketlere
hasredilmektedir. Şirketler, açık siyasi ve idari iktidarı kullanır hale
gelecekler. Bu, büyük bir “21 nci yüzyıl yeniden yapılanma operasyonu”dur.
Gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arası ilişkiler bakımından ayrıntılarına
giremeyiz; ama tahmin edeceğiniz gibi, kendine özgü renkleri vardır.
Government’i söyledim, liberalizasyonu söyledim; son nokta
Avrupa Birliği. Avrupa Birliği üyelik süreci malum. Yerel yönetimlerle
ilgili olarak Avrupa Birliği
karşımıza “Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Yönetimler Kongresi” adlı organıyla
çıkar ve Türkiye orada temsil edilir. 12 kişi belediyelerden yerel yönetimler
meclisine gider; valilerimiz ve il genel meclisi üyelerimizden oluşan 12 kişi
de bölgesel yönetim meclisine girer. Kongre bu İki chamber, iki odadan
oluşuyor: Yerel oda, bölgesel oda. “Yerel oda” dediğiniz yapının içerisinde,
belediyeler “bölgesel oda” dediğiniz yapının içinde özel idareler var. İdare
hukukumuza ve anayasal örgütlenmemize, bilgilerimize göre; il özel idaresi,
bölgesel yönetim değildir. Karşı taraf “senin yerelin ve bölgen nedir, bizi
burada kim temsil edecek?” diye sorduğunda, bunu böyle bildirmiş durumdayız. Bu
yapı, bütün ülkeler için raporlar hazırlar ve Türkiye için de bir raporu var.
Tarihi 1997’dir; raporda -teknik olacak, ama konuşmak zorundayız. O teknikten
kaçacak halimiz yok artık- pek çok öneri var ve önerilerden biri şu:
“Türkiye,
Anayasanın 127. Maddesinde değişiklik yapmalıdır. İdarenin bütünlüğü ilkesi
çerçevesinde, merkez yerelin üzerindeki vesayet yetkisine sahiptir. Vesayeti
kaldırmak gerekiyor”. Rapor “İdarenin bütünlüğü ilkesi” dolayısıyla “vesayet”
lafını kaldırmak gerektiğini söylüyor. Peki yerine ne koyalım? Subsidiarite
ilkesini öneriyor. “Subsidiarite” Türkçe’ye “hizmette halka yakınlık” diye
çevrildi. Sırf lafın kendine, sözcüğe bakarsanız, hizmette halka yakınlık, pek
çoğunuz gibi benim de arzu ettiğim şey; ama terim bu değildir. Subsidiarite,
siyasal olarak federalizmi anlatır; subsidiarite “ devlet örgütlenmesinin idari
ilkesi olarak ademi merkeziyetçilik” denilen şeyi anlatır.
Türkiye'de “idarenin bütünlüğü
çerçevesinde” diye konuştuğunuz zaman idarenin örgütlenmesinde benimsediğiniz
ilke, merkeziyetçilik ilkesidir. Nereden belli? Anayasa Madde 123’ten belli.
Orada idare “kuruluş ve görevleriyle bir bütündür” der; çok önemlidir. Bu
küçücük laf, merkeziyetçilik ilkesine göre mi, ademi merkeziyetçilik ilkesine
göre mi örgütleneceğinizi belirler.
Türkiye'de 1961 Anayasasına kadar “iller tefriki vezaif
ilkesine göre yönetilir” hükmü vardır; yani “görevler ayrılığı” ilkesine göre
yönetilir. 1876 Anayasası’ndan taşınmıştır. 1961 yılında kaldırılmıştır o ilke;
yani Prens Sabahattin mantığına, anayasal düzlemde 1961 yılında son verilmiştir.
Görevler ayrılığı ilkesini benimsiyorsanız, idari birimler arasında
aşağıdan yukarıya görev paylaşımı yapmalısınız.
Merkeziyetçiyseniz, paylaştığınız şey görev değildir; yetkidir. İdari hukukumuzda karmakarışık olan konulardan biri.
Devletin örgütlenmesinde
merkeziyetçilik ilkesini benimsemeyi sürdürecek miyiz? Yoksa bu ilke yerine
ademi merkeziyetçilik ilkesini mi getireceğiz? Merkeziyetçilik ilkesini
benimsememiz gerektiğini düşünüyorum.
Ademi merkeziyetçilik
ilkesini benimsememek gerektiği kanısındayım; yalnızca etnisite ve mezhep
farklılıkları nedeniyle kaynayıp duran bu ülke gerçeği nedeniyle değil, daha
köklü ve etkili bir gerçek nedeniyle.
Anadolu için bir araştırma gezisi yapıyoruz, değişik
yerleri gezdik. Gözümle gördüm, elimle tuttum, yüreğimle hissettim; Anadolu’da
Sanayi Odası, Ticaret Odası Başkanı, belediye başkanı ve muhtar dahi Ankara’dan
hiçbir şey beklemiyor; “Ankara tükendi” diyor. Lütfen, yerel sermaye gruplarının
ne tür yatırımlar için harekete geçtiklerine bakın; küresel boyutlardaki
şirketler zaman zaman kendileri tercümanlarıyla, zaman zaman yerli ortaklarıyla
oraya gidip muhtarı kahvede, belediye reisini odasında toplayıp önemli iş
anlaşmaları yapmaya çalışıyorlar ve paraları var; yani Ankara’dan gelmeyen şey.
“Ankara’dan izin alma sorununuz olmasa, o işi çoktan halletmiştik” diyen o kadar çok yerel sermaye lideri ve o kadar çok
yerel yönetici var ki. Bir de bunun ideolojisi var : “global düşün, yerel
davran”. Tam onu yapıyorlar. Dikkat edilmesi gereken nokta açık “ulusal” yok bu
formülde. “Ankara küçülmeden Türkiye büyümez”. Bir başka sloganda bu “Ankara
küçüldükçe, Türkiye ancak küresel piyasalarla, yerel düzeyde birebir ilişkiye
girerse büyür ve tek çıkış yolu budur”. “Ankara” diye mevcut örgütlenmeye
yöneltilen bu inanılmaz -çoğu haklı, ona bir şey demiyorum- büyük sermaye
itibariyle, bu inanılmaz saldırıların arkasında, büyük liberalizasyon sürecinin
ta kendisi var.
Bizi bekleyen parçalanma tehlikesi, etnik ya da mezhebi
nedenlerden ötürü değil. Asıl olarak, tehdit, çeşitli sermaye gruplarının
ulusun birliği üzerine varılmış olan konsensüsten vazgeçmelerinden
kaynaklanıyor. Bir Yugoslavya, bir Endonezya hiçbirimizin arzu ettiği gelecek
olamaz; bunlar büyük risklerdir. Biz, Yerel Yönetimler Yasa Tasarısını böyle
bir siyasal, böyle bir küresel ortamda gündeme getiriyoruz ve temel unsurları
itibariyle bu tasarı kapitalizmin küreselleşme sürecine ait ihtiyaçları,
karşılayan bir tasarıdır. Bu nedenle, bu tasarıya karşı, herhangi bir tasarıdan
daha farklı olarak, çok dikkatle eğilmek, aklımıza gelmeyen boyutları
bakımından sürekli kendimizi kışkırtarak düşünmek zorundayız.
Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Sayın
Birgül AYMAN GÜLER’e ve Birgül AYMAN GÜLER’i bize öneren, Sayın Cevat GERAY’a
çok teşekkür ediyorum.
Eksik bıraktığı konuların tamamlanması açısından, Sayın
Birgül AYMAN GÜLER “Yeni Sağ ve Devletin
Değişimi, Yapısal Uyarlama Politikası” başlıklı tez ile 1996 yılında kamu
yönetimi alanında doçent, “Yerel Yönetimler, Liberal Açıklamalara Eleştirel
Yaklaşım” çalışması ile 1992 yılında kamu yönetimi siyaset bilimi alanında
“doktor” unvanını almıştır ve bu iki çalışma da kitap olarak yayınlanmıştır.
Sayın Hocamızdan, kütüphanemize bu kitapları istiyoruz.
Söz sırası “kentleşme,
yerelleşme, imar hukuku, yerel yönetimler” konusunda sürekli yazan çizen,
konuşan bir meslektaşımız, yüksek mimar, Mimarlar Odası Genel Başkanı Sayın
Oktay EKİNCİ’de.
Sayın EKİNCİ, buyurun.
OKTAY EKİNCİ (Mimarlar Odası Genel Başkanı): Teşekkür ederim Başkan.
Sevgili
inşaat mühendisi arkadaşlarım, bana günün en yorgun saatinde söz vermeyi tercih
ettiler; bir bildikleri var herhalde.
Birgül Hanım’a teşekkür
ediyorum. Biz, bu Yerel Yönetimler Yasa Taslağının, Değerli arkadaşımız Kayhan
Beyin sunduğu taslağın “çıktı” dediği imarla ilgili bölümüne bayağı bir katkıda
bulunmuştuk. Tabii, imarla ilgili bölümünü olgunlaştırırken, ne Kayhan Beyle
İçişleri Bakanlığındaki diğer arkadaşlar bizim dediklerimizi kabul etmişlerdi,
ne biz onların dediklerinin yüzdeyüz kabul etmiştik. Ama uygarca bir diyalog
kurulmuştu ve sonuçta biz pek öyle “madem bu böyle olsun, hadi ama öbürü
mutlaka böyle olsun” gibi bir söylemle; arkadaşlarımıza “bunu böyle koyarsak,
bizce ‘evet’ ama biliyorsunuz siyasetçiler” falan gibi bir çalışma içerisinde
birçok sorunu halletmeye dönük umut taşıyan maddeler geliştirildi. Doğrusu,
benim beklediğim oldu, onları ayıkladılar. Zaten o çalışmanın finalinde de, hem
Kayhan Beye, hem de değerli Genel Müdürümüze söylemiştim “bu böyle hazırlandı,
gidiyor; ama ben yüzdeyüz eminim ki siyasi kulvara girdiği zaman bu bölümü ya
makaslayacaklar, ya değiştirecekler, ya da tümüyle çıkaracaklar” ve dediğim
oldu. Falcı falan değiliz, dünya görüşümüzde idealizme veya ruhaniliklere falan
kaçan bir görüşümüz de yok; ama bunu neden bildik? Çünkü süreç budur, gerçekten
süreç budur.
Bakın, Bayındırlık ve İskân
Bakanlığı, güya bu çıkan maddeleri daha da doğru bir şekilde içine
yerleştirdiği bir imar ve şehirleşme yasasını hazırlıyor. Daha dün, Bayındırlık
ve İskân Bakanlığı Teknik Araştırma Uygulama Genel Müdürü arkadaşımızla
birlikte Ankara’da bir toplantıdaydık, orada söylediler “inşallah 3-5 ayda
çıkar” falan diye; o inşallahlı, maşallahlı sürece girmiş durumda imara
çekidüzen verme işi.
İmara çekidüzen vermezler; çünkü bu ekonomisi, arsa ve
arazi rantına dayanmaktadır. Bu ülkeyi yöneten siyasetçilerin, belediyeleri
yönetenlerin, belediye meclislerinin, bütün politikanın temel ekonomi kaynağı
arsa ve arazi yağmasıdır. Yaşadığımız krizin de sebebi budur ve o nedenle, bu
arsa ve arazi yağmasını durduracak bir hüküm getirmezler. Peki ne yapacağız? O
zaman vazgeçelim mi? Bu paneli bitirip gidelim mi? Hannibal’in çok ünlü bir
sözü var “ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız; böyle bir noktadayız.
Mecburuz; ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız. Bunun yolu nedir, nasıl bulacağız?
Ben biliyorum ki, İnşaat
Mühendisleri Odamız İstanbul Şubesi, bütün belediye başkanlarına davetiye
göndermiştir, bundan yüzdeyüz eminim. Hatta telefonla da Rezan hanım
çağırmıştır.
Öteden beri, belediyelerin niye
siyah-beyaz plaka taktıklarını da anlamıyorum. Madem siviller de, niye resmi
plakayla geziyor; o heves niye? Ona da geleceğim.
İstanbul’da 41 tane belde
belediyesi, 33 tane ilçe belediyesi var, 74; bir de Büyükşehir, 75. Dört
arkadaşımız burada, 75’te 4. Yüzde kaç; ben
anlamam. 9 tane telgraf gelmiş; 75’te 9. Bunu belki bir puan daha
arttırabilirsiniz; ama daha fazla arttırmak çok zordur diye düşünüyorum. Çünkü
son zamanlarda bu yasa taslağıyla ilgili, sayısız belediye başkanıyla da
konuşuyorum ve gazetelerde de bunu okursunuz, hepsi şunu söylüyor: “Yerel
Yönetimler Yasası bir an önce çıksın; buramıza geldi” İyi de, nasıl çıktığından
haberin var mı, içinde ne yazdığından haberin var mı? Ayıptır söylemesi ama,
sen, bir kentin belediye başkanısın, bir sürü insan sana bakıyor. “Yerel
Yönetimler Yasası çıksın da, nasıl çıkarsa çıksın” deyip duruyorsun. Ama oku
bari “içinde ne var?” diye bak. Belki “çıkmasın, bu kalsın” diyeceksin; öyle
bir kavram Bir şeyler olsun da...
Türk toplumunda, şöyle bir kültür gelişmeye başladı:
Yasanın hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verileceğini
bilmiyordum. Zamanlama da çok denk düştü. Türkiye’deki bütün gazete ve
televizyonların yazı işleri masalarının üstünde dün konuyla ilgili 2 belge
vardı; biri, “hükümet, Yerel Yönetimler Yasasını TBMM’ye verdi” haberi,
ikincisi, “İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin panel çağrısı” metni.
Birincisi haber olarak çıktı, ikincisi
nerede?.. Bir
haberi, gazetelerin kimi birinci sayfasından, kimi üçüncü sayfasından veriyor.
Kendinize “medya dördüncü güç” deyip, geriniyorsunuz, hükümetler devirip,
seçtiriyorsunuz ve “Yerel Yönetimler Yasası Mecliste” diye haber yapıyorsunuz;
o yasanın burada da tartışılmasını, hiç mi merak etmiyorsunuz ey yazı işleri
müdürleri ve diğer medya yöneticileri?.. -buradaki arkadaşımızı tenzih
ediyorum- Ya o yasa vatana ihaneti içeriyorsa?.. -yok böyle bir şey, yine
tenzih ederek söylüyorum- Böyle bir ortamda benim aklıma, geçen de bir yazımda
kullandığım Bernard Shaw geliyor. Shaw, 1950’li yılların ünlü İngiliz sosyalist
yazarıdır. Kimileri onu sosyalist olarak kabul etmez ve toplumcu bir hümanist
olarak kabul eder, kimileri de bizim Şair Eşref’e benzetir; ama o siyasi
literatüre “Bernard Shaw” olarak geçmiştir. Değerli Valimiz Recep Yazıcıoğlu
konuştukta zaman zaman aklıma o gelir, konuşması onu çağrıştırır. - Şakir
Eczacıbaşı, Bernard Shaw’un bütün sözlerinin yer aldığı “Gülen Düşünceler”
isimli çok güzel bir kitap yayımladı, hepinize tavsiye ederim-
Berdard Shaw, demokrasiyle
ilgili kitabının bölümünde diyor ki, “siyasal tarih, dolandırıcıların iktidar
savaşı tarihidir” der ve sosyalist olmasına karşın, halkın anlaması için pek
sınıf kelimesi kullanmaz, daha çok halkın anlayacağı tabirler kullanır. Onun
dediği gibi, hangi çağa bakarsan bak, siyasal tarih, dolandırıcıların iktidar
savaşıdır. Devam ediyor Shaw, “dolandırıcıların ise en son mucizesi, aydınların
en son buluşu olan demokrasiyi dolandırmalarıdır” der. Bu bir mucizedir artık
ve demokrasiyi dolandırmışlardır. Gerçekten demokrasi, burjuva demokratik
devriminden itibaren, aydınlanmanın bir ürünüdür. Aydınlar, “halkın dediği
olsun, halkın istediği kararlara yansısın” diye demokrasiyi buldular; tarihin
dolandırıcıları da demokrasiyi dolandırdılar. Peki nasıl yaptılar?..
Bernard Shaw diyor ki; “halkı
dolandırmak isteyenler, halkın oylarını alarak, yani dolandırmak istediklerinin
oylarını alarak ve hatta bir süre sonra dolandırmaya başlayacaklarının
omuzlarına çıkarak iktidara geliyorlar” ve ekliyor; “tarihin en büyük becerisi
budur” Yani, dolandıracağınız insanların oylarıyla iktidara geliyorsunuz, onlar
sizi omuzlarında iktidara taşıyorlar ve onları dolandırmaya başlıyorsunuz,
tarihin en büyük becerisi bu.
Bu, sakın demokrasiye karşı
bir güvensizlik, demokrasiyi küçümseme gibi çağrışımlar yapmasın. Dedim ya,
Bernard Shaw’u, Şair Eşref’e de benzetirim; ama ateş olmayan yerde duman
tütmez. Bu tanım, bu değerlendirme de boşuna değildir. Dolandırıcıların bu
becerisi, 1946’dan bu yana Türkiye’de adım adım gelişti. Hem YAZICIOĞLU
söyledi, hem Sayın Hocam satır arasında vurguladı; gerçekten, 1930 tarihli,
1580 sayılı Yasa, müthiş bir yasadır. Tek partili dönemde, bugün özlediğimiz
demokrasi adına ne varsa, içinde yer alan bir
yasaydı.
“1930 yılı” dediğiniz zaman, Osmanlı’nın bitişinden 7 yıl
sonradır. Aslında 7 yıllık bir süre, bir devrim yapabilmek için ne kadar az bir
süredir. 1580 sayılı Yasada, bugüne göre üstünde durulması gereken 3 temel
kavram var; biri kimsenin bilmediği ve benim çok önemsediğim, Meclisin
toplanmasıyla ilgili usuldür. 1580 sayılı Yasa, 1930 yılının Mart ayında tek
partili Mecliste tartışılırken, görüş ayrılığı falan yoktur. Ancak sıra
Meclisin nasıl toplanacağı maddesine gelince, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Beyin “belediye
meclisi, belediye başkanının emriyle toplanır” maddesini okumasıyla kıyamet
kopuyor. Söz alan, söz alan üstüne, diyorlar ki, “ bu ne biçim iştir, hiç
belediye başkanı emir verebilir mi? Onlar da seçilmiştir, onların söyledikleri
emir olamaz. Buradaki “emir” sözcüğü çıkmalı, yerine “davet” sözcüğü gelmeli.”
Ötekisi diyor ki, “hayır, belediye başkanı tabii ki emir verecek ve milleti
toplayacak” Bir grup da, “hayır, öyle bir şey olamaz, intihaba -seçilmişlere-
emir verilemez, davettir” diyor. O tarihteki Meclis tutanaklarına göre, sadece
bu tartışılıyor. “Emir” mi kalsın, “davet” mi olsun tartışması tam 2,5 gün
sürüyor ve 2,5 günün sonunda, oybirliğiyle değil, oyçokluğuyla “davet” kelimesi
kabul ediliyor.
Günümüzde belediye başkanları, belediye meclis üyelerine
emirname çıkartmayıp davetiye çıkartıyorlarsa, o iki buçuk günlük tartışmanın
sonucu olarak yapılmaktadır. Bu ne büyük demokrasi anlayışıdır, ne kadar önemli
bir göstergedir; ama buna bağlı olarak başkan da tek dereceli falan seçilmiyor.
Osmanlı döneminden çıkmışız, üzerinden 7 yıl geçmiş, kafalarda hala Osmanlı
feodalizmi var, toplumda hâlâ “padişahım sen çok yaşa” diyen kesimler var ve
Meclis kendi içinden başkanını seçiyor. Şu anda Küba da öyle; önce meclis
seçiliyor, o kendi içinden başkanını seçiyor.
Üçüncü kural, başkan her yıl
sonu meclise hesap veriyor. Hesabı kabul edilmezse, aklanmazsa, ibra olmazsa
başkan değiştiriliyor. 1930’lardan aşağı yukarı 1950’li yılların ortalarına
kadar Türkiye’de, belediyede 4 yılını doldurmadan değişen sayısız belediye
başkanı var.
Şimdi ne oluyor?.. Şimdi seçtiğin adam veya bayan
“zırdeli” bile çıksa, 5 yıl boyunca başında. Böyle şey yok. Görüyor musunuz
nasıl geriliyoruz, gerilemişiz; bu nasıl demokrasi?.. Demokrasiye geçince bir
şeylerin düzelmesi lazım, geriye gitmişiz, benim bunu anladığım yok. 1930’dan
bu yana o kadar geriye gitmişiz ki, 3030 sayılı Yasanın gelmesiyle tek dereceli
başkan seçimine geçmişiz ve yerel imparatorlar yaratmışız. Herkes kendi kabuğu
içerisinde imparator, kral olmuş. -Sevdiğimiz çalışkan belediye başkanlarını
tenzih ediyorum; ama genel durum budur- Ondan sonra gelmişiz, büyükşehir
belediyeleriyle ilgili 3030 sayılı Yasayı çıkartmışız bir şekilde.
Bu yasa öyle önemli iki sonuç
daha getirmiş ki bizi daha da geri götüren; Cumhurbaşkanında bile olmayan
tadilen onay yetkisi büyükşehir belediye başkanına verilmiş; yani meclisten bir
karar geçiyor, o kararı büyükşehir belediye başkanı tadilen onaylıyor. Değiştirerek
onay diye bir şey olabilir mi?.. Bu kadar gülünç bir şeyi nasıl yasaya koymuşuz
ve nasıl yıllardır da böyle gülünç bir şeyi uyguluyoruz hayret. O onay mıdır?..
Şimdi Cemal bana bir şey yazıp verse, “şunu onayla” dese, ben yarısını çizsem,
o onay mıdır, böyle bir şey olabilir mi?.. Böyle bir yetki Cumhurbaşkanında
yok. Geri gönderebilir, “tekrar görüşün” diyebilir; ama böyle bir onay yetkisi
vermişiz. Bunun özellikle imar planlarında ne işlere yaradığını hepiniz biliyorsunuz.
Demokrasiye ve yerel
yönetimlere darbe vurduğumuz ikinci çok önemli nokta; 3030 sayılı Yasada,
encümende seçilmiş belediye meclis üyesi yok. 1580 sayılı Yasada, belediye
encümeni; yani belediyenin yürütme organı, belediye meclis üyelerinden oluşur.
3030 sayılı Yasada ise büyükşehir belediye başkanı, onun genel sekreteri, onun
atadığı daire müdürü, onun atadığı muhasip üye gibi, kendi atadığı insanlardan
oluşan bir encümen vardır. Böyle bir şey olabilir mi?.. Ancak oluyor işte. 3030
sayılı Yasa yürürlüğe girdiğinden bu yana devam ediyor bu tür olumsuzluklar.
Bernard Shaw’la bağlantı
yapmamın sebebi de oydu. Türkiye Cumhuriyeti’nde, 1946’dan bu yana bir karşı
devrim yaşanıyor. Sevgili arkadaşım son gelişmelerden ötürü karşı devrim dedi;
ama 1946’dan bu yana yaşadığımız sürecin adı “karşı devrim”dir. 1946’ya kadar
Cumhuriyet devrimi vardı, 1946-1947’den sonra karşı devrimin içerisine girdik.
İkinci Cumhuriyet mi, işte bu. Kimse ikinci cumhuriyet aramasın, bunun için
uğraşmasın, kitaplar devirmesin, yazılar yazmasın, birbirinin kaşını gözünü
kırmasın; 1947’den bu yana yaşadığımız ikinci cumhuriyettir. Doğan KUBAN
Hocamızın çok sevdiğim bir sözü var; “Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı döneminin
devrimcileriydi” diyor. Öyleydi tabii; onlar 1920’lerde gökten paraşütle
inmediler, Osmanlı döneminin devrimcileriydi, Cumhuriyet devrimini yaptılar.
1946-1947 sonrasını yaratanlar
da, 1923-1947 arasının karşı devrimcileridir. Onlar zaten Cumhuriyet
devrimlerine, Cumhuriyet ilkelerine, hukuk ilkelerine karşı tezlerini zaten hep
gösteriyorlardı. Sonuçta Bernard Shaw’un tanımladığı bir demokrasi ile
bugünlere kadar bizi getirdiler.
Şimdi biz ne yapacağız?.. Ya
bir yol bulacağız, ya da bir yol açacağız. Tek parti dönemine geri mi
döneceğiz?.. Öyle bir şeyi isteseniz dahi sizi asarlar. İçinizden geçse de söyleyemezsiniz,
ayıptır söylemesi. Ne yalan söyleyeyim, niye gizleyeyim, benim içimden zaman
zaman geçer; ama “bu çağda söylenmez” deyip susuyoruz. Çok parti içinde bunu
nasıl çözeceğiz?..
TÜSİAD, geçtiğimiz 12 Nisanda
demokratikleşme paketini açıkladı. 13 Nisanda, bir sosyalist manifesto gibi
bütün gazetelerde çarşaf çarşaf yer aldı. Neler var neler pakette?.. Bizim
söylemeye korktuğumuz, “sağda solda birileri var mı acaba” diye bakıp öyle
konuştuğumuz bir sürü şey ve daha fazlası onun içinde var. Bizim aklımıza
gelmeyenler bile var. Hem şeriata karşı, hem demokrasiyle ilgili, Örgütlenme ve
Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Gösteri ve Yürüyüşler Yasası gibi
yasaları da içeren, birçok istekleri var. Aynı gün, Cumhuriyet Gazetesinin
başka bir sayfasındaki bir haber daha dikkatimi çekti. Bursa Milletvekili ve
Eski Bursa Barosu Başkanı Ali ARABACI, -kendisi bütün Bursa’daki çevre
davaların açılmasında yardımcı olmuş bir arkadaşımızdı, şimdi milletvekili
olarak bir şeyler yapmaya çalışıyor- Meclise, Siyasi Partiler Yasasının
demokratikleşmesiyle ilgili bir tasarı vermiş. Sevgili Başbakanımız grup toplantısında konuyla
ilgili olarak diyor ki, “bu ekonomik
krizle, Siyasi
Partiler Yasasının ne alakası var?” Gazetede, TÜSİAD’ın demokratikleşme paketi
ile bu haberi görünce bir garip oldum. Şimdi kime hak vereceğiz?.. Nostaljik
duygularla ECEVİT’e hak verebiliriz; nostaljiyle olmaz, nostaljiye esir
olmamalıyız; öbürüne hak versek, gitti geçmişe 30 yıl, sil. Bu nasıl olur, Türkiye’deki 30 yılı nasıl sileceğiz?..
Kendi kendime dedim ki; “acaba
biz TÜSİAD’a koşullu destek verebilir miyiz? Herkes koşul koyuyor durmadan, bir
koşulda biz koyalım.” Yakalayabilsem Emre KONGAR’’a bir toplumbilimci olarak
soracağım; “acaba bizim sermaye sınıfı, bizim işadamları da, 18 ve 19
yüzyıldaki burjuva demokratik devrimindekiler gibi mi oldular?” Destek olarak,
tartışılmakta olan tasarılardan Endüstri Bölgeleri Yasa Taslağıyla ilgili bir
koşul getirdim. Tasarıda, “yabancı sermaye, yerli ortağı da yanına alarak,
Türkiye’nin istediği bir yerinde fabrikasını kurar. Ne SİT alanı, ne orman
alanı, ne tarım alanı, ne kıyı, ne özel çevre koruma bölgesi önemli değil,
istediği yerde, fabrikasını kurar” diyor. Tabii, bunun aslı; “yerli ortak,
yabancı ortağı yanına çağırarak”tır ama öyle yazmıyorlar. Fiili durumda, yerli
yabancıyı çağırır, “gel beraber bu işleri halledelim”der.
Tasarıya göre endüstri
bölgeleriyle ilgili de bir kurul oluşturulacak. O kurul diyecek ki; “siz nereyi
istiyorsunuz?” Sermaye sahipleri, fabrika kuracakları yeri gösterecek ve kurul
15 gün içinde orayı endüstri bölgesi ilan edecek. Kurul, 15 gün içinde endüstri
bölgesi ilan etmediği takdirde otomatik olarak ilan edilmiş sayılıyor. Böyle
bir yasa olabilir mi?.. 15 günü izleyen 15 gün içerisinde de ruhsatlarını vermek
zorundalar, vermedikleri takdirde ruhsat verilmiş sayılır.
Bu durumu bir hukukçuya sordum;
dedim ki, “ruhsat verilmiş sayılır deniliyor, ortada ruhsat diye bir kağıt
yoksa ve 15 gün geçmişse, onun da bir belgesi lazım değil mi, o bir ruh mu, ne
o?” İşte böyle bir yasa hazırlamışlar
Asıl tehlike şu: Böyle bir yasa
artık nasıl hazırlanıyor önemli değil; ama ben bir aydır katıldığım her
toplantıda soruyorum, bir gün karşıma çıkacaklar inşallah, “bunu kim kaleme
aldı?..” Ben yasanın içeriğine bakmıyorum, kim yazdı bunu, kim eline kalemi
aldı veya bilgisayar klavyesinin başına geçti? - muhtemelen bilgisayar başında
yazmıştır, kalem alsa eli biraz titrer diye düşünüyorum- O kişi ortaya bir
çıksın da bir görelim; daire müdürü mü, daire amiri mi? Kayhan Beyden rica
edelim, İçişleri Bakanlığı olarak araştırıp bir zahmet adını çıkartsınlar, en
iyi onlar yapar.
SALONDAN- Bir operasyon düzenlesinler
OKTAY EKİNCİ: Evet, bir operasyon; Beyaz Endüstri Bölgeleri Yasası
Operasyonu. Bunu isteyelim İçişleri Bakanlığından, bizim adamı bulup
çıkartsınlar. Böyle bir şey yazılabilir mi?.. Çıksın desin ki; “ben yazdım”.
Dövecek halimiz yok, biz hümanist insanız.
Önemli olan nokta, TÜSİAD bu
yasaya ne diyor?.. TÜSİAD; “herkes yolda yürüsün, Siyasi Partiler Yasası
düzelsin” diyor, “demokrasi” diyor, birçok şey söylüyor. TÜSİAD bu yasaya karşı
çıkarsa, şimdiden hepinizden özür diliyorum, patronlardan yana olacağım. Sonra,
sağda, solda konuşmayın; ama koşulum TÜSİAD’ın bu yasaya karşı çıkması. Çevreyi
korumak için TEMA çıktı ya biraz umudum onda, hepsi TEMA’da var.
Yağmayı engellemeye çalışırsanız demokrasiyi
getirebilirsiniz; çünkü, yağma tarih boyunca insan haklarına karşı olmuştur,
uygarlıklara karşı olmuştur. Günümüzde
demokrasinin yerleşmemesinin nedeni de yağmadır. Yağma demokrasiyi sevmez. Siz
bir yandan “ben yağmaya devam edeceğim” diyeceksiniz, öbür yandan başka türlü
davranacaksınız, böyle bir şey olamaz.
Üç belediye başkanımız burada,
tüm belediye başkanları toplantılarda çıkıyorlar kürsüye, yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi için iki imkan istiyorlar; para ve yetki. Başka bir şey
istedikleri yok; para istiyorlar, yetki istiyorlar. Yahu, hepimizin para ve
yetkiye ihtiyacı var, çocuğum da aynı şeyi istiyor. Bizim küçük çocuk 23 Nisan
tatilinde gezmeye gittiler, o da aynı şeyi istiyor, büyük oğlan da aynı şeyi
istiyor. Onlar da para ve yetki alma çabasında. Para vereceksin, doğru dürüst
gezecekler, tozacaklar, iş yapacaklar. Yetki vereceksin ki, gece sinemaya
gidebilsin, izin almadan maça gidebilsin, arkadaşına gittiği zaman “acaba evden
kızarlar mı” diye düşünmeden gece orada kalabilsin. Bu ne kadar basit bir
mantıktır. İş sadece bu mudur, bu noktaya mı gelmiştir?.. Yerel yönetimleri
güçlendirme tartışması bu kadar basite indirgenmiştir. Oysa ki, “para
nasıl
üretilir, kaynak nasıl yaratılır, kaynağın yaratılmasında yerel yönetim
dinamikleri nelerdir, üretilen o para nereye, nasıl harcanır ve nasıl
harcanması gerekir?” tartışmasının yapılması gerekir. Yerel yönetimlerde kaynak
nasıl yaratılacak ve yaratılan kaynak nasıl harcanacak?.. Ahmet oğlu Mehmet’in
çıkarına mı harcanacak, yoksa kent çıkarına, toplum çıkarına mı harcanacak,
veya o kaynak elde edilirken, şimdiki gibi imar rantından mı elde edilecek,
çalıp çırparak elde edilip kent de mi ortadan kaldırılacak?..
İstanbul’da önceki belediye başkanları döneminden bir
tespitimi aktarmak istiyorum. Sarıyer Belediyesinin güya tamamı SİT alanı.
Belediyede 80 küsur binek otomobili vardı, neredeyse müdür yardımcısının
yardımcısı da binek otomobiliyle geziyordu ve bir çok da iş makinesi ve benzeri
araçlar vardı. Fatih Belediyesinin de tamamı SİT alanıydı. Oysa, orası
işçilerine para veremiyordu. Hatırlarsınız, Bir ara Fatih Belediye Başkanı olan
Sadettin TANTAN orada 3-5 ay işçiye para veremedi. Kısacası, ikisi de SİT alanı,
ikisi de aynı İmar Yasasına tabi. Ötekisi nasıl buldu bu 80 tane otomobili?..
İmar yolsuzluklarıyla, imar rantıyla elde etti. Başka nereden bulacak?..
“Bağışlar” deniliyor; ne kadar bağışa meraklı bir toplum haline geldik. Fatih’e
bağışlamıyoruz da, gidip oraya bağışlıyoruz.
Dolayısıyla bu kaynak nasıl
harcanacak, kaynağın nasıl harcandığını devlet mi denetleyecek?.. Hayır.
Devletin denetlediği zaman da durumu gördük. Gökkafes’in arsasını alacak,
Beyoğlu’ndan Şişli’ye verecek, devletin işi bu. Demek ki, yerel ve merkez
dediğin zaman güvenilecek yer az. O zaman geriye ne kalıyor, “toplumsal
dinamikler”. O halde, toplumsal dinamiklerle, toplumun örgütlenmiş
kesimleriyle, halkın katılımıyla bunlar denetlenecek.
Halkın katılımı, televizyon
seyreder gibi katılmak olmamalı. Maça 40 bin kişi gidiyor, bunların hepsi
katılıyor mu maça?.. Ağzı havada seyrederek olmaz; örgütlü halk lazım. Halkın
örgütlenmiş kesimi, mahalle örgütlenmesinden başlayacak, diğer örgütlenmelere
geçecek ve böyle katılacak. Bunun yasalarda yer alabilmesi için, bizim daha çok
fırın ekmek yememiz lazım; ama “yiğidi öldür hakkını ver” demişler, Kayhan
Beyin bu yasa taslağında hiç değilse ilk defa bunun adımları var. “Katılımcı
olacak” diyor ve belediye meclislerine, meslek odalarını sokuyor, kurullar
getiriyor, düzenlemeler getiriyor. Bu ileri bir adım ve buna sahip çıkmak
gerekiyor; çünkü ileri adıma da çıkmayacaksak ne yapacağız başka?.. Bu ileri
adıma sahip çıkıp daha ileri götürmenin de çarelerini bulacağız.
İstanbul’la ilgili bir çalışma
yapılıyor ve bazı arkadaşlarımız bu çalışmaya katılmaya başladılar ve ilan
edilen programa göre bu halka genişleyecek gibi görünüyor. Bu projede İstanbul
açısından bir arayış var. İstanbul çok özel bir durum haline geldi; yani, her
ne kadar yasada “300 binden yukarısı büyükşehir olabilir” deniyorsa da,
İstanbul’da kaç tane 300 bin var bir hesaplayın. İstanbul’un en önemli özelliği
de bir dünya mirası olması. Foça da dünya mirasıdır, Side de dünya mirasıdır,
bütün tarihi kentler dünya mirasıdır; ama İstanbul, bir metropoliten yerleşme
olarak, metropol ölçeğinde bir dünya mirası olarak karşımıza çıkar. Dikkat
ederseniz “dünya kenti” demiyorum, bu çalışmanın hareket noktası dünya kenti
değildir. “Dünya kenti” dediğiniz zaman başımıza nelerin geleceğini tahmin ediyoruz;
dünya iyiye gitmiyor ki. Bu dünya mirası bir kent ve dünya kenti olacaksa,
dünyanın karşısına dünya mirası olarak çıkacak. Bu dünya mirasının korunarak
yönetilmesi, değerlerinin dengeli kullanılarak yönetilmesi gerekiyor.
İstanbul bugüne kadar 3030’la bir
deneyim yaşadı ve her türlü siyasi görüş geldi; ANAP’ı geldi, Sosyal Demokratı
geldi, şimdikiler de devam ediyorlar; yani kabaca çeşitli görüşlerden kesimler
geldi ve yönetmeyi beceremediler, olmadı. ANAP’lı geldi, gökdelen ve kazıklı
yol peşine düştü; Halk Partisi geldi, kaçak yapılaşmaya süt falan dağıtmaya
başladı, bir şeyler yaptı, çok şükür ki Park Oteli yıktı; şimdikiler de
gökdelen yapmıyorlar, yerine külliyeler
dikiyorlar, İstanbul’un etrafı külliyelerle doldu. Biri geliyor merkeze
gökdelen dikiyor, öbürü çevrede külliye yapıyor, aynı şey. Kısacası, siyasi
düşünce ne olursa olsun, bu kenti yönetemiyorlar. Dünyanın en becerikli
insanını getirseniz, en başarılı belediye başkanına “gel şu kenti 5 yıl yönet”
deseniz, yönetemeyecek. O halde, bu kentin yeni bir yönetim modeline ihtiyacı
var; mevcut yönetim sistemin iyileştirilmesine değil. Şu an ki sistem,
öyle bir
sistem ki, bunun iyileşmesi mümkün değil; arsalar ranta
dayanıyor ve saire. Yeni bir yönetim gerekiyor ve dünyada bunun örnekleri var.
Örneğin, İngiltere’deki bütün
kentler için yönetim hukuku ayrıdır, Londra’nın kendi ayrı yasası vardır. Bu
durum Fransa’da Paris için böyledir, Japonya’da Tokyo için böyledir, hatta
dahası Mısır’da bile Kahire için ayrı yasa var. “Biz de niye böyle olmasın”
düşüncesiyle, İstanbul’da yeni bir yönetim modeli arayışı ortaya çıktı. Bu yeni
yönetim modeli arayışı içerisinde çok dehşet bazı rakamlarla karşılaştık.
Biraz önce belediye sayısını falan vermiştim; ama belediye
potansiyelini gösteren 170 köy var. Bunların hepsi sırada, “ne zaman belediye
olacağız, ne zaman imar planları işleri bize dönmeye başlayacak, ne zaman belde
belediyesi imparatorluğunu yaşamaya başlayacağız” diye bekleyiş içerisinde ve
siyasileri durmadan sıkıştırıyorlar. Sayın Başkanı da tenzih ederek söylüyorum,
onlar arkadaşımız.
Yıldız Teknik Üniversitesi
tarafından bütün belediye başkanları arasında yapılan bir ankette, belde
belediye kavramının son derece yanlış olduğu ortaya çıktı; yani metropoliten
anlamda bir planlama bütünselliğini sağlamak mümkün olmuyor. Bu arkadaşlara,
“bu durum iyi mi?” diye sormuşlar. Yanıt; yüzde 84 “evet”. Demek ki, böyle
şehir sorup, böyle cevap alırsan işi götüremezsin. Demokratik kurallar
içerisinde ne diyeceğiz; “yüzde 84 iyi buluyor, bu işi devam ettirelim” böyle
bir şey olabilir mi?.. Bu noktada tekrar Bernard Shaw’u hatırlıyoruz.
Bir başka soru şu: “Metropoliten
bölge içerisinde, büyükşehir ile planlamayla ilgili eşgüdümü sağlamak için ne
yapmak gerekir?..” “Fikrim yok” diyenlerin oranı yüzde kaç biliyor musunuz?..
Yüzde 35, büyük bir oran. İstanbul korkunç bir şehir, çok önemli bir bölümünü
belde belediyeleri yönetiyor ve yüzde 35’i “fikrim yok, bana ne” diyor. Aslında
bu “İstanbul’dan bana ne” demektir; yani, büyükşehir belediyesiyle bir planlama
entegrasyonu kurma konusunda “fikrim yok” lafı, “İstanbul hakkında fikrim yok”
demektir. Bunların yüzde 62’si SİT alanlarında.
Bazı arkadaşlarımız
“İstanbul’da iki yer korundu; askeri alanlar ile mezarlıklar. O halde her
tarafı askeri alan mı yapsak” diye düşünmeye başladılar, zaman zaman aralarında
konuşanları biliyorum. Yüzde 27’si askeri alanlarda ve askeri alanlardaki kaçak
yapılaşma oranı bile yüzde 29-30’u bulmuş durumda. Bu nedenle, “yeni bir
yönetim modeli nasıl olabilir?” diye de herkesi düşünmeye çalışıyoruz. Ben
bugünlerde böyle bir misyon üstlendim, katıldığım her toplantının finalini bu
çağrıyı yaparak bitiriyorum; “İstanbul nasıl yeni bir yönetim modeline
kavuşabilir?..” Lütfen herkes bu konuda düşüncelerini geliştirsin ve size
dağıtılan broşürlerin altındaki adreslerle temas kurarak ve bununla ilgili
toplantılara katılarak katkılarını sunsun.
Teşekkür ederim
CEMAL GÖKÇE- Ben de teşekkür ederim Sayın EKİNCİ. Bu aşamada
katılımcı arkadaşlarımızın hem katkılarını, hem de sorularını alalım. 3’er dakika
içerisinde katkı yapıp, soru sorabilirler.
Buyurun Sayın GÜNDOĞDU. Sayın
GÜNDOĞDU Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanıdır aynı zamanda.
OĞUZ GÜNDOĞDU (Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı): Öncelikle
İnşaat Mühendisleri Odası’na ve katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Çok ilgi
çekici, çok çeşitli boyutları anlatan bilgileri alma fırsatı buldum, ancak
çözüm tarafında tam netleşemedim. Belki tartışma isteyen bir süreç; ama yine de
bu konuda aklımda bazı şeyler kaldı.
Öncelikle, bu tasarının
Anayasaya aykırı olduğu çok açık olarak ortaya çıktı. Aman siz fazla
konuşmayın, Anayasaya aykırı olan maddelerini düzeltmeye başlarlar; çünkü çok
önemli uyarıları içeren bir konuşma yaptınız. Bence bütün bunların Anayasaya
uyan çok az tarafı var. Şimdi TMMOB’ye çok önemli görev düşüyor, ben onu
anladım; bir yandan Anayasal haklar var, yeni değişimler oluşacak, İmar Yasası
olacak, onun üstüne başka bir şey gelecek, ancak olumlu yönlerini desteklememiz
lazım.
Bir sözünüz benim dikkatimi
çekti: “Eski yasalarda var, uygulanmıyor ama, biz bir daha bu yasaya koyduk”
dediniz. Benim kafamda kalan sözlerden
biri bu.
Demek ki, uygulanmama nedenini araştırmak çok daha önemli. Gerçekten ben kendi
konumumdan da biliyorum, bir sürü uygulanmayan yasa var. Örneğin herkes afet
yönetimi için yasa çıkartmaya, yönetmelik çıkartmaya çalışıyor; halbuki mevcut
yönetmelikte, “devlet her şeye el koyar” diye bir madde var. Daha ne istiyorsunuz, hiçbir şeye
gerek yoktur. Sorun nedir aslında?.. Mesela inisiyatif kullanmaktır. Bu çok
önemli bir nokta, çok maddeli bir yasayla bir şeyi düzeltebileceğimizi ben sanmıyorum.
İkincisi: Sayın YAZICIOĞLU’nun
sözlerinin arasında “halkın pek umurunda değil” sözleri geçti. Ben de aynı kanıdayım.
Depremle haşır neşir olmak insana çok şey öğretiyor, halkın fazla bir talebi
yok bu konuda. Aydınların oluşturduğu böyle bir yapılaşma, öyle görünüyor ki,
halka rağmen yapılacak. Nasıl olacak bu?.. Bu konuşmaların ardından kafamda
oluşan ve sizlerden yanıt beklediğim en önemli soru bu. Sivil toplum
örgütlerinin durumu belli, meslek odalarının durumu da belli; mesela kaç üyeniz
var, niye kocaman bir salonda yapmıyoruz bu kadar güzel bir toplantıyı?..
Örgütlüler böyleyse, örgütsüz halk nasıl gelecek bu işe, bunu nasıl
halledeceğiz, kültür boşlukları nasıl doldurulacak?..
Konunun, ulusal ve uluslararası
boyutundaki tehlikeleri çok net ortaya koydunuz. Buna karşı nasıl önlem
alıyorsunuz?..
Sorularım bunlar, teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Teşekkür ederim. Buyurun.
MEHMET ERGÜN: Bana göre de çözüm önerileri tam detaylı olarak yok.
Acaba, çağdaş yerel yönetimlerle ilgili, çağdaş yasaları yapmakla, çağdaş yerel
yönetimler olabilecek mi?..
Ben belediyeciyim, uzun yıllar
belediyede çalıştım ve oradan emekli oldum. Kişilerin kendini yetiştirme
gayreti olmazsa, personel yapısı değişmezse, “bana ne, bu soruna başkası
baksın” derse, o yerel yönetimde nasıl bir çağdaşlık olacak ben bilmiyorum. Çağdaş
yönetici yapmak için, meslek odalarının, sivil kuruluşların katkıda bulunması
lazım. Yerel yönetimler sadece kaçak inşaatla, kaçak yapılaşmayla uğraşan
birimlerden ibaret değil ki; bunun bir de, inşaat mühendisliği, fen işleri gibi
birimleri var. Yağmurlu zamanlarda, yaptığınız bütün yollarda yürürken, hızlı
geçen araba olursa çamur altında kalıyorsunuz; niye kalıyorsunuz?.. Çünkü biz
doğru dürüst asfalt dökmesini bilmiyoruz. Kanal bacalarına düşüyorsunuz, bir
takım ölüm hadiseleri oluyor; çünkü biz gerekli tedbiri almıyoruz. Bir denetim
olması ve bu arkadaşların da yetişmesi lazım. Ben müteaddit defalar bunun için
uğraştım, fakat kimseden destek bulamadım. Bize belediyelerde verilen kurslar
tamamen siyasi amaçlı; Atatürk ilke ve inkılaplarıyla ilgili, veyahut şehri
İstanbul, şehremini falan gibi konularla ilgili. Ben mesleki olarak, bir bilgi,
görgü ve deneyim bulamadım. Tecrübeli arkadaşların, bu arkadaşları çağdaş hale
getirmesi lazım.
Tarihi, kültürel varlıkları
koruyacak şekilde belediyelere yetki verilecekmiş. Şu an da Parklar Kanunu, çay
bahçeleri haline gelmiş vaziyette. Büyükşehir Belediyesi birtakım yonca
yapraklarının etrafına ağaç dikiyor, daha onların yoncası teşekkül etmemiş. O
ağaçlar oradan gidiyor, başka yere atılıyor, inşaat artığı olarak kalıyor; yani
yerel yönetimler sırf imardan ibaret değil ki. Bunun bir de tratuar
çalışmalarıyla ilgili yönü var. Sayın Recep Bey söyledi, yap-boz yapılıyor ve
kimse bunu takip etmiyor. Vatandaş zannediyor ki, o para benim cebimden
çıkmıyor. Defalarca trotuar yapılıyor. Ben de yaptım defalarca; ama vatandaş
hiçbir zaman “kardeşim niye burayı defalarca yapıyorsunuz?” diye sormadı ki.
Bizim öncelikle anlayışı değiştirmemiz lazım. Vatandaşa kasıntı bir pozisyonda
“bana sayın valim diyeceksin, beyefendi diyemezsin. Ben buranın kralıyım,
burayı ben yarattım, sen benim kölemsin” anlayışı, yanlış bir anlayış. Bizim
bir an önce vatandaşlarımıza, kendilerinin “vatandaş” olduğunu, bu harcamaların
hepsinin kendi cebinden çıktığını anlatmamız
lazım.
Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Ben de teşekkür ederim.
Buyurun Esra Hanım.
ESRA BOZYAZI (Çevre Mühendisi): Ben de İnşaat Mühendisleri
Odası İstanbul Şubesi’ne ve bütün panelistlere çok teşekkür ediyorum.
Sayın Oktay EKİNCİ’nin “en
azından bir adımdır, destek verelim” sözlerinin ardından, İçişleri
Bakanlığındaki arkadaşımız Kayhan Bey’e birkaç önerim ve sorum olacak. Kendisi
encümen üyelerinin maddi yönlerini falan açıkladı. Ama belediyede çalışan
arkadaşlarla da görüşürlerse iyi olur. Benim elimde 1580 sayılı Belediye Yasası
var, 88. maddesinde birtakım müdürlükler belirtilmiş. Encümen üyeleri, mesela
baytar müdür, baş baytar veya baytardan oluşuyor. “Nelere karar veriliyor,
neler yapılıyor” diye bakarsanız; satın alma işlerine encümende karar
veriliyor, ancak hiçbir satın alma müdürü encümene girmez, veya imarla ilgili
bütün cezalar orada kesilir, fakat imar müdürü de, harita müdürü de alınmaz.
Encümen kendi halinde, baytar, sağlık müdürü, teftiş müdürü gibi insanlar bir
araya gelip kararları alıyor.
Belediye Meclis üyelerinin eğitim
seviyeleriyle ilgili de hiçbir şey yok. Mesela, imar konusu gündemdeyse, imar
komisyonu, meclis üyeleri içine alınmıyor; kaset satıcısı, bakkal gibi
siyasetle uğraşmak için boş vakti olan insanlar imar komisyonunda. Mimar yada
harita mühendisi buraya alınmıyor. Meclis üyesi olabilme gibi hususlar da
yasaya konulamaz mı?..
İkinci olarak, çevreyle ilgili
hiçbir şeyden bahsedilmedi. Bu da çok önemli bir nokta. Belediyelerin, yerel yönetimlerin
bir numaralı sorununu çevrenin korunmasıyla ilgili çalışmalar oluşturuyor. 88.
maddede belirtilen müdürlüklere, Çevre Koruma Müdürlüğü ve Harita Müdürlüğü’nün
de eklenmesini öneriyorum. Çoğu belediyede, harita müdürlüğü de, çevre
müdürlüğü de yok.
Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Teşekkür ederim. Buyurun.
ÜLKÜ ÖZER (İnşaat Mühendisi): Ben bir cümleyle bir şey sormak
istiyorum. Belediyeden bir arkadaşımız, “bir sorun olduğunda vatandaş
belediyeye gelmiyor” dedi. Oysaki vatandaş geliyor da, nereye gideceğini
bilmiyor. Ben çok basit bir soru için, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy
Belediyesi gibi belediyelerle tam 11 telefon görüşmesi yaptım ve sorumun
yanıtını alacak bir merci bulamadım. Sayın KAVAS’ın belirttiği bu yeni yasa
taslağı çok önemli. Eğer gerçekleşirse çok güzel sonuçları olabilir. Bu
noktada, katılım, açıklık ve şeffaflığı nasıl sağlayacaklar? Umarım gelecek
günlerde bunu da yaşarız. Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE : Teşekkür ederim Sayın Özer.
Buyurun.
Dr. GÜRSEL GÜZEL (Büyük Birlik Partisi İstanbul İl
Başkan Yardımcısı): Öncelikle bu paneli düzenlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. Gönlümüz
arzu ederdi ki, daha büyük katılımlarla bu toplantılar gerçekleştirilsin.
Öncelikle, iki tane basit soru
sormak istiyorum, ardından da takıldığım bir konuyu dile getireceğim. Önce
Sayın KAVAS’a soracağım; bence mahalle muhtarlıkları şehirlerde pek işe
yaramıyor, sadece ikametgah belgesi veriyorlar, başka da halkın pek işine
yaramıyorlar. Köylerde vatandaş derdini muhtar vasıtasıyla dile getirdiği için
muhtarlık belki çok önemli; ama bunlar şehirlerde kaldırılırsa ne olur?
İkinci olarak, Sayın Birgül
Hanım’a bir soru sormak istiyorum. Kendisi şehirlerdeki rantların milli
ekonomiye dönüştürülmesi konusunda birkaç cümle kullandı. Ben aynı zamanda,
mimar uygulamalarını yapan bir harita kadastro mühendisiyim. Biz biliyoruz ki,
Hazine arsaları, arazileri genellikle imar uygulamalarında, yola, yeşil alana
ve benzeri yerlere harcanır ve imar uygulaması sorununda oradaki arsalar,
araziler rant kazanır; yani biz devlete kazandıralım derken, devletin malını
bir noktada imar uygulaması yaptığımız bölgede vatandaşın arsasını
değerlendirerek kullanıyoruz. Bu rantı nasıl milli ekonomiye kazandıracağız? Bu
konuyla ilgili Sayın Ekinci de cevap verebilir.
Asıl takıldığım noktaya gelmek
istiyorum. Sayın Valimiz YAZICIOĞLU şöyle bir cümle kullandı: “Belediye
meclisleri seçilmeli, meclisler kendi içlerinden başkan çıkartmalı”. Sayın
EKİNCİ de buna Küba örneğini verdi.
OKTAY EKİNCİ : Cumhuriyet Döneminde
böyleydi, onu söyledim.
Dr. GÜRSEL GÜZEL: Ben bunun tamamen tersini düşünüyorum. Hatta ve
hatta, valilerin dahi seçimle gelmesinden yanayım. Bugün Mecliste bizim
seçmediğimiz,
halkımızın seçmediği bir kişi olan Kemal Derviş var. Doğru yapar, yanlış yapar onu sonuçta göreceğiz,
ancak halkın hiç tanımadığı, Amerika’da yaşayan, oy verilmeyen bir insan
kurtarıcı olarak başımıza getirildi ve şimdi ondan ümit bekliyoruz. Bence,
halktan korkulmamalıdır ve halk kendi başkanını seçmelidir. Asıl demokrasi
bence budur. Hatta ve hatta, eğer mümkünse, valiler dahi seçimle gelmeli; çünkü
ben bir vatandaş olarak gidip valinin yakasından tutup “sayın valim neden bu
böyle olmadı?” diye soramıyorum. Ancak, belediye hizmet yapmadığı takdirde
gidip, belediye başkanının yakasından tutuyorum ve “neden bu hizmet yapılmadı,
neden kanalizasyonlar artmıyor, geçmiyor” diye hesap sorabiliyorum. Halk
belediyeyi çok daha yakından tanıyor, valiliği
tanımıyor.
Bir başka konuya daha değinmek
istiyorum. İl genel meclisleri, halkın hiç tanımadığı birimlerdir, neden?
Teşekkür ediyorum.
CEMAL GÖKÇE: Ben de katkınız için teşekkür ediyorum. Sayın SUVAKÇI buyurun.
ABDÜSSELAM SUVAKÇI (İnşaat Mühendisi): Oda’da, “Yerel Yönetimler
Reformu Paneli var” diye söyleniyordu, ben de bir türlü afişe bakmıyordum.
Nihayet dün baktım, afişte “taslak” yazıyor. Ondan sonra, “bu taslak nedir?”
dedim kendi kendime; çünkü bundan 8-9 ay önce adı kanun hükmünde kararnameydi.
Sadece “kanun hükmünde kararname” lafı kalkmış, “yasa taslağı” olmuş; yani işin
özüne baktığımızda 8 ay önce, İçişleri Bakanlığının çeşitli örgütlere
gönderdiği ve onlardan düşüncesini almak istediği bir kanun hükmündeki
kararname, şimdi yasa taslağı haline getirilmiş -Çok iyi de okumadım, ufak
tefek şeyler değişmiş de olabilir- Sayın KAVAS’a soruyorum: 8 ay önce kanun
hükmünde kararname olarak çeşitli örgütlere gönderdiğiniz bu yasa taslağına
örgüt görüşlerinin hangileri yansıdı?.. Birinci maddeye baktığınız zaman zaten,
“yerel yönetimlere, merkezi hakları veriyoruz da” gibi ifadeler yer almış.
Birinci maddedeki, merkezi hükümetle yerel yönetimler arasındaki ayrım
meselesine baktığınızda, yerel yönetimler tartışılırken belediyeye en çok sahip
çıkma durumu 1983’lerden sonra geldi; ne 24 Ocaktır, ne başka tarihtir. Bizzat
Turgut ÖZAL tarafından getirilen, dünyaya entegre olma anlamında bir
gelişmedir; yani dünyanın getirmiş olduğu bir sonuçtur bu. İstediğimiz kadar
uğraşalım, dünya kapitalist sistemde yaşıyor. Rantın gelişimine baktığınız
vakit, dünyada kapitalizmin kendisine yeni bir yönetim şekli aradığını görürüz.
Dünyadaki en büyük tartışma budur.
İstanbul tartışmalarına
baktığımızda Çağlar KESLER’in çok güzel bir kitabı var “İstanbul’u Satalım”
diye. Küreselleşmeyle birlikte dünya, ulus devletlerinin bağlantısından çok,
kentlerin birbiriyle bağlantısı şeklinde yönetilmeye başlandı. Bu sonuçları ciddi
ciddi tartışmamız lazım. “Küreselleşmeye hayır” dediğimiz vakit, bunu
tartışmıyoruz; ama hakikaten de tartışmamız lazım. Küreselleşmeyle birlikte
kapitalizm nereye gidiyor, kentler nereye gidiyor?.. O sebeple soruyorum Kavas
Beye, “8 ay önce gönderdiğiniz kanun hükmünde kararname ile aynı olan bir
taslak çıktı. Size gelen görüşlerden neler yansıdı buraya?”
CEMAL GÖKÇE: Teşekkür ederim Sayın
SUVAKÇI. Buyurun.
YÜKSEL SOYALAN (İnşaat Mühendisi): Daha önce Sayın KAVAS
konuşurken, “mahalle muhtarlarına çok önem verdiklerini” söyledi; ama detaya
girmediği için niye olduğunu anlamadık. Yerel yönetim deyince benim de aklıma
hemen en küçük birim olan mahalle muhtarları ve mahalleler geliyor. İstiyorum
ki bazı sorunlar ilçe ve büyükşehir belediyelerine taşınmadan yerinde ve
kaynağında çözülmeli.
Sorunlar yerinde ve kaynağında
çözülürken, elbette bunun parasal yanı olacaktır. Bir mahalle muhtarı, elbette,
eğitim, sağlık gibi büyük problemleri çözemez ve bununla uğraşamaz; onlar için
belki büyük politikalar gerekebilir, ancak mahalledeki, çevre, sosyal
hizmetler, sportif faaliyetler, yerleşim gibi konularda bazı problemleri
çözebilir diye düşünüyorum.
Çözüm için de kaynağa ihtiyaç
var. Kaynak nereden sağlanmalı?.. Elbette ki Sayın Valimin dediği gibi,
yerinden sağlanmalı. Ne olabilir bu?.. Eğer
bir mahallede
bir gelişim, bir güzelleşme olacaksa, o mahalledeki konutlar, emlak değer
kazanacaktır. Demek ki o zaman, mahalleye emlak vergisi benzeri türü bir kaynak
aktarılmalı. Başka ne olabilir?.. Yine o çevre çok değerli olacaktır ve insanlar daha güzel
yaşayacaktır. Bu konuda da insanlardan gelir elde edilebilir ve mahallenin
sorunları halledilebilir.
Bir mahallenin sorunları
halledilirken, bu bir mahalle muhtarının işi olmamalı. Mesela “2 000 nüfusu
aşan yerler belediye olacak, ondan sonra 5 000’i aşan yerler belediye olacak”
diyoruz. Bakıyorsunuz İstanbul’daki mahalleler, 30 000 nüfuslu, 50 000 nüfuslu
yerler haline gelmiş. Eğer, nüfusu 5 000’i aşan yerler kendi kendine sorunları
çözmeye çalışıyorsa, nüfusu 50 000’i aşan yerler de, veyahut da 10 000-20 000
olan yerler de kendi sorununu çözme hakkına sahip olmalı. Büyükşehir veya ilçe
belediyesinden gelecek kararlar nasıl beni etkiliyorsa, bu kararlardan
etkilenen biri olarak benim de mahallede çözüm için katkım olmalı. Eğer problem
yaşıyorsam, çözüm için de katkım olmalı. Bu yüzden mahallelerin çok önemli
olduğunu düşünüyorum.
Saygılarımla.
CEMAL GÖKÇE- Teşekkür ederim. Gökdemir
Bey buyurun.
MURAT GÖKDEMİR (İnşaat Mühendisi): Öncelikle bizi alabildiğince
bilgilendirdikleri için panelistlere çok teşekkür ediyoruz.
Ben, Birgül Hocaya oldukça
katıldığımı söyleyerek söze başlamak istiyorum. Gerçekten, Yerel Yönetimler
Yasa Taslağı gündeme gelirken, ülkedeki siyasal erkin dünya konjonktürü
içerisindeki bakışı çok önemliydi. Bugünkü konumda da, ne yazık ki, küreselleşme
tarzıyla yerel yönetimler perspektifinin ortaya konulduğu anlaşılıyor.
Ben şu noktayı Oktay Bey ile
Cevat Hoca’ya sormak istiyorum. 1978- 1979 yılında, yine Ecevit Hükümetleri
döneminde bir Yerel İdareler Bakanlığı vardı. Cevat Hoca’nın belediyelerin veya
yerel yönetimlerin, demokrasinin kesiştiği noktalar olduğu konusundaki
sözlerine katılıyorum. Bu düşüncemi saklı tutuyorum ve bu tarzda da olmasından
yana, demokratik işleyişi ve katılımcılığı ön planda tutulmak suretiyle, yerel
yönetimlerin idari ve yönetimsel olarak tek bir bakanlık tarafından temsil
edilmesini nasıl görüyorlar?.. 1978’de böyle bir bakanlık vardı. Ancak bildiğim
kadarıyla yasası yoktu ve sadece bakanlık olarak, yerel yönetimleri merkezde
temsil eden birimlerin bir kısmını alıp o bakanlığa bağladı. Bu da büyük bir
çoğunlukla, galiba Bayındırlık Bakanlığındaki İller Bankası ile İçişleri
Bakanlığındaki Mahalli İdareler Genel Müdürlüğüydü.
Cevat Hocam
ile Oktay Bey’in söylediği, endüstrileşme bölgelerine yönelik yasa tasarısından
da bahsetmek istiyorum. Turizm Bakanlığı, kendi bölgelerine yönelik kendi
anlayışıyla bir planlama getiriyor. İçişleri Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı
ve diğer bakanlıklar merkezi anlamda o kadar dağınık ve birbirlerinden kopuklar
ki, yerelleşme anlamında, imar anlamında, planlama anlamında hiçbir bağlantı
kurmadan bu tasarıları gündeme getirip, yasallaştırabiliyorlar. Daha önceki
yasa taslağını da irdelemiştir, bu yasa taslağı da ne yazık ki öyle. İmar
Yasası, imara yönelik çıkarıldı. Bu da hemen meclise gitmiş, biz bu anlamda
tartışmaya bile fırsat bulamadık ve ne tür bir katkı koyabileceğimizi de
bilemiyoruz.
CEMAL GÖKÇE : Daha iyi olmuş işte, buradan
gönderildi Meclise
MURAT GÖKDEMİR (Devamla): Yetiştirebilirsek. Çünkü o kadar çabuk ve acilen yasaları çıkarıyorlar ki,
neredeyse gecelik yasalar niteliğinde. Bu anlamda, planlama bütünlüğünü de,
altyapısını da, bütün taşlarını da ortaya koyacak bir örgütlenmenin temsili
anlamda bir yönetime bağlanması düşüncesini nasıl buluyorlar?..
Bir diğer noktadan daha bahsetmek
istiyorum. Şimdi il özel idarelerinde, il encümen üyeliği ve il genel meclisi
üyelikleri var, başkanları vali ve seçimle de işbaşına gelmiyor. Sayın Valim
YAZICIOĞLU’na sormak istiyorum: Bugünkü uygulamanın aksine belediye başkanını,
belediye meclisi seçsin dedi. Katıldığım bu görüşü gibi, il genel meclisi
üyeleri de kendi başkanını seçemez mi?
Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Teşekkür ederim. Buyurun.
İRFAN ÇALIŞ (HADEP İstanbul İl Örgütü Üyesi): Öncelikle, İnşaat
Mühendisleri Odası’na, böyle bir etkinlik düzenlediği için teşekkür ediyorum.
Aynı zamanda tüm saygıdeğer katılımcıları da saygıyla selamlıyorum.
Önce bir genel değerlendirme
yapmak istiyorum. Gerçekten bu ülkede ciddi anlamda yerel yönetimlerde bir
değişiklik, bir demokratikleşme yapılıp, halkın katılımı sağlanacaksa, Recep
Beyin de belirttiği gibi, öncelikle zihniyetin değişmesi gerekiyor. Bu ülkenin
yapay korkulardan kendisini arındırması gerekiyor. Bu yapay korkulardan
kendisini arındırmadan, halkına güvenmeyen, halkından korkan bir merkezi
sistemin gerçek anlamda yerel yönetimlere yetki devri yapması söz konusu
değildir.
Oktay Bey, Bernard Shaw’dan bir
belirleme yaptı, gerçekten doğru. Genelde ülkede bir şeyler yapma görüntüsü
verilmeye çalışılıyor ama, işin özüne dokunulmadan. Gerçekten tasarıda da bazı
noktalar belirtilmekle birlikte, işin özüne dönük, gerçek anlamda, ciddi
değişiklikler yok. Yerel yönetimlere gerçek anlamda halkın katılımını
sağlayabilecek, ciddi stratejik değişiklikler yok. Ancak, bir şeyler yapma
görüntüsü var, yanından geçilmiş.
Ben bir de soru sormak istiyorum.
Gerçekten bu tasarı kuşa çevrilmiş deniyor. Ben bunun sebebini de küçük bile
olsa Doğu ve Güneydoğu Bölgelerindeki belediyelerin varlığı olabilir mi? Mesela
bir GAP Belediyeler Birliği, sadece HADEP’li belediyeler bölgede kazandığı için
işlersiz hale getirildi ve soruşturma bile açıldı.
Başka bir örnek ise cadde
isimlerinin valinin yetkisine bırakılması. Onun da bir sebebi yine HADEP’li
belediyeler. Batman’da bir olay yaşandı ve bazı yazarların isimleri verildiği
için 30 tane cadde ismi tamamıyla değiştirildi. Üstelik bunlar hepimizin
bildiği yazar isimleriydi.
Bir de “kaynak sıkıntısı var”
diyoruz; ama yabancı ülkelerden kaynak gelmesine rağmen, bölge belediyelerin
sadece HADEP’ten olmasından dolayı büyük sıkıntılar yaşanıyor. Bu yasa
tasarısının kuşa çevrilmesinin bir gerekçesi de, küçük bile olsa, bölgedeki
HADEP belediyelerin varlığı değil midir?.. Bu korkulardan merkezi sistemin
kendisini arındırması gerekmiyor mu?.. Tabii, diğer korkular da var, bu korkulardan
kendisini arındırması gerekiyor diye düşünüyorum.
Teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
CEMAL GÖKÇE- Ben de teşekkür ediyorum.
Buyurun.
Yrd. Doç. Dr. TAMER ÇAĞDAŞ (Demokratlar Derneği Genel Başkanı): Ben
Sayın Meslektaşım KAVAS’a soru soracağım: Köy Kanunundaki 20 lira ifadesini bir
kaldırsanız da, biz de derslerimizde öğrencimize devletimiz için güzel şeyler
söylesek. 20 lira konusu çok ayıp oluyor; çünkü bin katıyla ancak ufak bir
ihtiyacımızı görebiliyoruz. Hatta bin katıyla da değil, 10 bin katıyla ufak bir
ihtiyacımızı giderebiliyoruz.
İkinci olarak, anlamadığım bir
nokta var. Sayın EKİNCİ, katılımcılığı, şeffaflığı falan çok methetti, onun da
dikkatini çekmek istiyorum. Şeffaflık ve katılımcılık şu mudur Sayın EKİNCİ:
Ben bir yerde seçmenim, sadece belediyeye gideceğim, beni ilgilendiren
evrakların fotokopisini, onu da para ödeyerek alacağım? Bu çok ufak bir şey
Sayın KAVAS, bu konuyu dikkatinize çekiyorum efendim. O belediyedeki bütün
işler beni ilgilendirir, ben seçmenim. Bu konuyu tenkit ediyorum Sayın KAVAS.
Üçüncü olarak, Avrupa Birliği’ne
verdiğimiz Ulusal Programımızda yerel yönetimlere hiç değinilmiyor. Bu bir
eksiklik midir? O konudaki görüşünüzü de rica edeceğim; çünkü balıkçılığa bile
değiniliyor.
Sayın Doçent Güler Hanımefendiden
çok yararlandım gerçekten, kariyerine çok uygun bir konuşma yaptı. Sanıyorum
başkaları da yararlanmıştır; çünkü siyaset bilimi üzerine doktorası var, kamu
yönetimi üzerine de doçent olmuş. Zaten bunu da fevkalade bir şekilde bize arz
etti, hatta özür dileyerek, hoşgörüsüne sığınarak söylüyorum, biraz da farklı
arz etti gibi geldi bana. Bu
konu son derece
teknik bir konu Sayın Güler; yani, o kadar basit bir konu. Yerel yönetimlerde
ademi merkeziyet merkezi konusu da teknik bir konu. Bu sadece ve sadece İdare
Hukukunun içinde kalır, dışına çıkmaz, biz hiçbir dersimizde çıkmıyoruz.
Anayasa Hukukuyla dahi bunun hiçbir ilgisi yok; çünkü o zaman rejimlere
girersin. Federalizmle ne alakası var hanımefendi, hiç alakası yok. Hele hele
uluslararası ilişkilerle hiçbir alakası yok. Ne demek istediğinizi anlıyorum,
aklınızdan geçeni biliyorum, oraya da geleceğim.
CEMAL GÖKÇE: Eyvah hocam, oraya gelecekseniz zor.
Yrd. Doç. Dr. TAMER ÇAĞDAŞ (Devamla): Siyaset bilimiyle de alakası
yok, teknik bir konu ademi merkeziyet. Buyurun bakın, subsidiairite ilkesi,
hizmete en yakın idare hangisiyse o yapsın. Bundan daha akli rasyonel bir şey
var mı?.. Bunun için 1985 Avrupa Yerel Yönetimler Özel Şartını beklemek mi lazım?..
Uluslararası sermayenin 2001
yılındaki durumuyla, dünyaya empoze etmek istediği bir sistemin ulus
devletlerinde yarattığı tehlikeyle ilgili görüşlerinizin bir kısmına
katılıyorum; yani bunları endişeyle izliyoruz, bu görüşlerinizi saygıyla karşılıyorum.
Ancak, sizden beklenen bize bir çözüm getirmenizdir. Ben şunu kabul ederim;
devlet var, işveren var, niye işçi yok?.. Sivil toplum örgütleri olsun, devlet
tek olmasın, biraz halka inelim, o bakımdan demokratik, güzel; ama işçiler
olsun, katılıyorum.
Söyleyeceklerim bu kadar Sayın
GÜLER, ben şahsen görüşlerinizden yararlandım, teşekkür ederim. Odaya da çok
teşekkür ediyorum, sağolun efendim.
CEMAL GÖKÇE: Ben de çok teşekkür ediyorum. Aramızda iki
belediye başkanı var. Onlara da ben söz vereceğim. Buyurun Sayın Fikret
ŞAHİN, birkaç dakikayla katkınızı ve varsa sorunuzu alalım.
FİKRET ŞAHİN (Sarıgazi Belediye Başkanı): Ben tespit ettiğim
noktaları söylemek istiyorum. Bir arkadaşımız “bakkal, kaset satıcısı, manav,
meclis üyesi oluyor” dedi, olmaya devam edecektir, olacaktır; çünkü siz
yoksunuz. Önce gelip çalışacaksınız, aday olacaksınız. Siyasetin eksiği burada,
siz yoksanız başkaları olacaktır. Bunun da uğraşını vereceğiz.
Ben, Kayhan Bey ile sanıyorum
6-7 tane Yerel Yönetim Yasa Tasarısıyla ilgili tartışmalara katıldım. Buraya
gelmeyen belediye başkanları da 6-7 defa katıldığı için artık gelmeye de gerek
duymuyor. Bu yasa ister çıksın, ister çıkmasın, geldiğimiz nokta o durumda.
Belediye meclis üyelerinin sayısı 15’ten aşağı olan yerlerde, mutlaka 3 tane
belediye meclis üyesine 2-4-6’ncı sıralar ayrılmalı ve birine mimar, birine
avukat, birine hesap işleri uzmanı konmalıdır. Bu belediye başkanlarının çok
ciddi bir sıkıntısıdır. Bahsedilen önemli komisyonların da başına
getirebilesiniz diye bu şart getirilmelidir, isteğe bağlı olmamalıdır. Bir
çözüm bulmak zorundayız, böyle olmaz.
Bir başka nokta, bakanlıklarda
mutlaka yerel yönetimlerden sorumlu müsteşar yardımcısı olmalıdır. Ben gidip
bakanlığın önünde bekleyemem, milletvekillerine gidip “falanca bakanla beni
görüştür” diye yalvarmam. Günlerce Ankara’da bekleyecek halim de yok benim. Bir
defa gittiğimde üçünü de gezmem lazım. Biz gidiyoruz, maalesef orada dilenciler
gibi dolaşıp geliyoruz. Hele bir de iktidar partisi değilseniz, işiniz iyice
zor. Onun için mutlaka bir müsteşar yardımcısı
olmalı.
Belediye meclis üyelerine maaş
getirilmiyor, encümen üyelerine getiriliyor. Belediye meclis üyelerine bir
oturum hakkı getiriliyor; ama şu an belde belediyelerinde oturum bedeli de yok. Bence o da eksik ve tartışılmalıdır.
Bir de İstanbul’dan belde
belediyelerine yanlış bir bakış var. “Belde belediye başkanları, tahsilsiz,
kültürsüz, orayı satmak için gelmiş adamlar demekle olmaz, gidip bakmak lazım.
Onlarla oturmak gerekiyor. Size bir örnek vermek istiyorum. Sarıgazi 1992’de
belediye oldu. Oranın hamam fotoğrafları vardır. Sarıgazi’de kaç tane gecekondu
1992’den önce yapılmış, belediye olduktan sonra kaç tane yapılmış, o hamam
fotoğraflarında görülebilir. Daha evvel hiç denetim yoktu. Şimdi çok iyi
yapıldı demiyorum; ama kötünün iyisi gibi oldu diye düşünüyorum.
İSKİ’yle ilgili çok ciddi
sorunlar var. İSKİ’nin 100 metre kuşağı, 200 metre kuşağı kaç metre derseniz,
mülkiyeti kamulaştırmadığınız sürece orada bir şey yapamazsınız. O vatandaş
gece ya da gündüz oraya ev yapacaktır. Ben dokuzuncu senedir belediye
başkanlığı yapacağım, üç dönemdir de seçiliyorum ve öğretmenlikten emekli bir
insanım. 250 m2 - 300 m2 arsa almışsam, sen de bana
yaptırmıyorsan, ben bir gün yapacağım; çünkü benim hayatım orada. Ver paramı
çekeyim, gideyim. Bu kamulaştırma mutlaka yapılmalı. Yapılmadığı sürece bu
bölgeyi korumak gerçekten zor olacaktır. Nasıl kamulaştırılır, para nereden
bulunur?.. Bütün bunlar tartışılması gereken
konular.
İstanbul’daki belediye
başkanları, İstanbul için, yeni Yerel Yönetimler Yasa Tasarısında “Kent
Planlama Kurulu” kurulmasını önermişti. Bu kurul, İstanbul’da oluşmalıdır ve
içine, büyükşehir belediyesi, ilçe belediyelerinden oranı kadar temsilci, sivil
toplum örgütleri katılmalı ve İstanbul’un tüm coğrafi sınırlarında bir plan
yapmalıdır. Neresi belediye oluyorsa olsun o plana uyma zorunluluğu
getirmelidir. Bu öneri, buradaki belediye başkanlarının Marmara Boğazlar
Birliğindeki önerisiydi. İl Gelişim Planı da ona benzer bir şey.
Sarıgazi, 55 bin nüfuslu bir yer.
4 tane zabıtam var; 1 tane inşaat mühendisim var ve o da fen işleri müdürüdür;
1 imar müdürüm var, 1 tane mimar var; haritacı yok, şehir plancısı yok, çevreci
yok. Bunlarla siz buradaki inşaatları kontrol edeceksiniz, buradaki yola,
pazara, işyerlerine bakacaksınız, denetimi de bunlarla sağlayacaksınız, bir de
evraklara onlar cevap verecek. Bunları, çektiğimiz sıkıntılar bilinsin diye
söylüyorum. 1 tane bekçimiz var, geçen
gün bir olay oldu ve orası basıldı, bekçinin silahı alındı gitti, bereket
kadrolu bekçimiz görevdeydi. Halbuki 8 saatte bir değiştiriyoruz, onun olmadığı
saatlerde de işçiyi oraya koyuyoruz. Bereket kadrolu bekçimiz oradaydı, yoksa
biz de yanacaktık, o çocuk ta yanacaktı.
Denetim büroları
kurulmasında amacımız neydi?.. Kaçak yapı olmasın, bundan sonra depreme
dayanıklı yapı olsun diye bunlar kuruldu. 122 m2’lik, üç katlı bir
inşaat için müracaat etseniz; denetim bürosuna 10 milyar lira harç
ödeyeceksiniz zemin etüdü ve işler için, 2 milyara yakın da belediyeye harç
ödeyeceksiniz. Sarıgazi’de ortalama bir daire 7.5, en kralı 15 milyar lira.
Şimdi, bu vatandaş, gidip de, projeli, izinli, ruhsatlı inşaat yapar mı, ya da
siz yapar mısınız?.. Kimse gitmiyor veya gidiyor, fiyatını öğreniyor, geri
geliyor. Dolayısıyla, kaçak yapı kurmak için Kurban Bayramını bekliyor, Şeker
Bayramını bekliyor, cumartesi, pazarı bekliyor, biz de bu 4 zabıtayla
kovalıyoruz. Gerçekten bu çok sıkıntı yarattı. Olabilir miydi bilmiyorum ama
keşke belediyelere, 2-3 tane inşaat mühendisi, zemin etüt mühendisi verilse,
bir üniversiteyle birlikte ortak çalışma şartları getirilse ve bir de İstanbul
sınıflara ayrılsaydı; Üsküdar, Ümraniye Bölgesi ve beldeler gibi; yani ranta
göre, daire fiyatlarına göre bir birim belirlenseydi, belediyelere buradan
gelir bile kalırdı. Bizim mühendislerimiz 300 milyon alıyor. 2 milyar lira
deseniz, hem onların parası çıkacaktı, hem denetimimiz olacaktı, imza
sorumluluğunu da onların şahsıyla bağlamış olsaydık diye düşünüyorum.
İller Bankası’nın konumu da
mutlaka tartışılmalıdır; neyin nesidir, nasıl çalışıyor diye. Biz
Değirmendere’de deprem sonrası Fransa’dan gelen bir sivil toplum örgütüyle
beraber öğretmenler sitesi kurduk. Altyapısını, greyderini, kepçesini biz
verdik, masraflarını onlar yaptı, 40 m2’lik geçici binalar verdik.
Bu esnada onlarla bu durumları çok konuştuk. Onlar buradan faturalarını alarak
gidip Paris Belediyesinden harcadıkları parayı geri aldı. Bütçede onlara pay
ayrılıyor. Bence bu tip yolları aramak lazım. Biz de her türlü siyasal örgütler
var, “olmayanlar derneği” var; ama “şu çevreyi güzelleştirelim derneği” yok.
Bunlara da ihtiyaç var; yani siyaset yapmadan, gerçekten belediyeye katkı
sunmak isteyen sivil toplum örgütlerinin de öne çıkması çok yararlı olacaktır.
Teşekkür ederim.
CEMAL GÖKÇE: Ben de teşekkür ederim Sayın ŞAHİN. Son söz, Muratbey
Belde Belediye Başkanı Sayın Bayram Ali ÜNER’in. Birkaç cümleyle toparlayın
lütfen.
BAYRAM ALİ ÜNER (Muratbey Beldesi Belediye Başkanı):
Ben
teşekkür faslını hemen geçiyorum. Bir cumartesi günü, hafta tatilinde burada
bulunan herkes konuya mutlaka duyarlıdır. Diğer belediye başkan
arkadaşlarımın
burada olmamasının nedenlerinden bir tanesini Sayın Başkanım açıkladı, bu konu
gerçekten çok tartışılmıştı. Sayın Oktay Bey ile Marmara Boğazlar Belediyeler
Birliği’ndeki o tartışmaların birkaçında ben de bulunmuştum.
Sayın Kayhan Bey yasa tasarısını
en başta aktardıktan sonra, en son da eleştirisini söyledi ve ne kadar
beğendiğini zaten ortaya koymuş oldu. Ben imar konusuyla ilgili eleştirilere
katılıyorum. Biz yeni ve küçük bir belediyeyiz. Oktay Beyin çok aydın birisi
olmasına rağmen, belde belediyelerine bakışının çok fazla olumlu olmadığını
biliyorum. Benim küçük beldemdeki insanlar da kendi evimi ben yöneteyim istiyor.
Bu konuda onun bir köşesinde durmasını istiyorum. Belde belediyeleri hep günah
keçisi olarak algılanmıştır, bu da doğrudur.
Ben yeni kurulan bir belde
belediyesiyim ve şu ana kadar neler yaptım?.. 2 yıl içerisinde kendi belediye
binamı bitiremedim, bıraktım. Önce imar
planlarıyla başlayacağım dedim ve küçücük bir binada, kendi malım olan binada
oturdum, insanları yetiştirdim, oraya yerleştirdim. Planlı hareket etmeye karar
verdim ve imar planlarını yapma çabasına girdim. İmar planlarını yapacağım
1/25.000’lik çevre düzeni planı yok, 1/50.000’lik çevre düzeni planı yok ve ben
oraya çevre düzeni planı yapacağım. Neye göre yapacağım?.. İstanbul bölgesine
uygun olmalı. Belediye 1580 sayılı Yasayla yönetiliyor ve büyükşehir
hudutlarının dışında. Acaba bunu Bayındırlık Bakanlığı mı, yoksa Çevre
Bakanlığı mı onaylayacak, bu da çok net değil. Buna karşın, ben, ısrarla
planlamadan başladım, haritalarımı temin ettim ve 1/5.000’lik planlarımı,
1/1.000’lik planlarımı, ikinci yılım dolmadan, birinci yılın sonundaki haziran
meclisinde onaylattım. Şu an bölgemin planlı gelişmesi için bir tek karış
planlanmadık yerim yok ve bunun uygulamasına geçeceğim. Benim İSKİ’yle ilgili
problemlerim var ve uygulamaya geçmek için bunları çözmeye çalışıyorum. Ancak
biliyorum ki, plan olmadan bir beldenin büyümesi ve gelişmesi mümkün değildir.
Belediye başkanlarının
sıkıntıları çok. Bu sıkıntıları da anlatmak için burada değilim. Teşekkür
ederim.
CEMAL GÖKÇE: Ben de çok teşekkür ederim Sayın Üner. Şimdi sayın
katılımcıların son sözlerini alacağız. Sayın Kavas, 5 dakika içerisinde
kendisine sorulan soruları toparlayacak; buyurun Sayın Kavas.
HARUN ÖGE (İnşaat Mühendisi): İzninizle bir noktaya
değinmek istiyorum.
Sayın belediye başkanı, “belediye
meclis üyeliği veya başkanlığı için, inşaat mühendisi, mimar veya haritacı ile
diğer meslek gruplarından da müracaat edilsin, onlar da yönetime katılsınlar”
dedi. Ancak, Türkiye’de cebinde parası olan meclis üyesi veya milletvekili
seçilebiliyor. Yeni mezun olan bir mühendis veya bir mimar, birkaç senelik olsa
dahi, o konuma gelebilecek bir sermayeye nasıl sahip olsun? Türkiye’de bir
berber dükkânı açacak olsa, kendisinden ilk önce sertifika isteniyor; ama bir
inşaatın müteahhitliğini yapması için, direkt bir kat karşılığı sözleşmesi
yapmak suretiyle müteahhitliğe başlıyor. Bunun neticesi Marmara Depremi sonucu
ortaya çıktı. Bununla ilgili acaba tasarıda düzenlemeler var mı?
CEMAL GÖKÇE : Buyurun Sayın Kavas.
KAYHAN KAVAS: Yerel yönetimler konusu öylesi bir konu ki, sokaktaki herkesi ilgilendiriyor. “Beşikten
mezara kadar” deriz ya, bu mezardan sonra da insanları ilgilendiriyor; çünkü
öldükten sonra da cenazelerimiz yerel yönetimlere emanet. Dolayısıyla halkın
böylesine bir şekilde hayatına girmiş bir yönetim biçimi, yönetim organı
hakkında sokaktaki her bir vatandaşın söyleyeceği çok farklı düşünceler var. Bu
sebeple, benim şu ana kadar çok farklı gruplarla yaptığım toplantılarda grup,
“Bu, mükemmel, harika, çok iyi olmuş”demedi. Hepsi en başta çok ciddi bir
eleştiriyle başladı, sonra toplantının sonuna doğru salon ortak noktada
birleşir hale geldi. Bu, beni bir anlamda
mutlu ediyor. Çünkü, eğer bir grup, “Bu harika, muhteşem, aradığımız
gibi” deseydi, o zaman toplumsal bir uzlaşmayı yansıtır anlama gelmezdi.
Bu tasarıyla her kesimin hâlâ
ciddi itirazları var. Bana göre bu durum, tasarının ciddi anlamda tartışıldığı
ve tartışılmakta olduğunu gösteriyor. Siz ne hazırlarsanız hazırlayın, burada
bulunanların her biri bunu evde ayrı ayrı hazırlasa, çok farklı noktalar çıkar
ortaya. Bunu bana ev ödevi olarak verseniz, ben böyle bir tasarıyı hazırlamam,
çok farklı bir şey hazırlarım. Hep birlikte hazırlasak bile yine de çok farklı
düşüncelerimiz olur. Çünkü; konu hepimizi ilgilendiriyor ve hepimiz masanın
farklı taraflarındayız. Bu anlamda bir kere
şunu kabul edelim; hiç birimizin yüzde yüz anlamda uzlaştığı bir Yerel
Yönetimler Yasa Tasarısı olamaz, olmamalıdır da. Olursa, o, masanın bir
tarafındaki insanları mutlu ediyor. Bu anlama gelir manada tasarı
tartışılmalıdır, böyle olması da sağlıklıdır.
“Bu reformdu, reform değildi”
tartışmalarına gelince; bu konu, reformdan ne anladığınıza bağlıdır bana göre.
Bu Yasa Tasarısı çevre temizlik vergisini kaldırıyor, bu bir reformdur. Bu tek
başına bir reformdur. Birgül Hanım gibi katılmazsınız veya bir başkası gibi
buna katılırsınız. Bu reformdan ne anladığınıza bağlı; yani reformu,
Türkiye’nin yönetim yapısını tamamen farklı bir biçime getirmek olarak, tam bir
köklü değişim olarak değerlendiriyorsanız, bu bir reform değildir, doğrudur.
Zaten biz bu anlamdaki tartışmaları en başından kesebilmek için, başlığını
biraz önce okuduğum gibi koyduk Ancak bunu söylemiş olmam, “Bu reformdur veya
reform değildir” anlamına gelmez.
Bizde yanlış bir anlayış var. Bir
şeyler olumsuz, kötü mü gidiyor, hemen “yeni bir yasa çıkaralım”, bu iş iyi mi
gitmiyor hemen “yeni bir örgüt kuralım” diyoruz. Olay öyle değil, öyle olmadığı
da görülüyor. Burada değerli hocalarım varken bana burada fazla söz düşmez; ama
hemen yazıp çizmeyle, bir şeyi yıkıp yenisini kurmakla bir şeylerin düzeldiği
kanaatinde falan değilim.
1580 sayılı Yasa’nın 1930 tarihli
olması onun olumsuzluğu değil, bana göre olumluluğudur. Ben, geleneğe, göreneğe
ve bu anlamda tarihin getirdiği yükü taşımaya ve onun önemli olduğuna inanırım.
“Bu tasarı 70 yıllık, hiç mi canınız sıkılmıyor”deniliyor, olur mu? .. O zaman
bakın İngiltere’nin Anayasası kaç yıllık, bakın diğer konulara, yani demekle
olmuyor.
“İçişleri
Bakanlığı’nın bünyesindeki Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’nü ayrı bir
bakanlık haline getirelim” düşüncesi son dönemde sık sık katıldığım
toplantılarda gündeme geldi. Geçenlerde yine bir toplantıdayım, “kadınlar
eziliyor” diye hemen bir tanesi “kadınlardan sorumlu bir bakanlık kuralım”
diyor. Başka bir toplantıda biri kalktı, dedi ki “Denizciliğin halini
görüyorsunuz, denizcilikle ilgili bir bakanlık kuralım.” Türkiye’deki bakanlık
sayısının fazlalığı ve kaça indirilmesi gerektiği tartışılırken, yeni
örgütlenmeler kurulması gerektiği konusundaki düşüncemizi yeniden gözden
geçirelim Ben bu anlamda varolan kurumların eksikliklerinin tamamlanarak,
olgunlaştırılması gerektiği kanaatindeyim. Yeni organlar, yeni kurumlar
kurmanın sakıncalarını sürekli yaşıyoruz. Turizm Bakanlığı’nın sorunları devam
ediyor. Kültür Bakanlığı’nın sorunları devam ediyor, Çevre Bakanlığı’nın
sorunlarını anlatmama sanıyorum gerek yok. Dolayısıyla bir şeyi yıkıp, hemen
yenisini kurmak öyle düşünüldüğü kadar kolay bir çözüm değil, bu dediklerimizi
bir gözden geçirelim düşüncesindeyim.
Birgül Hanımın bir yanlışını
hemen düzeltmek istiyorum; aylık yok hocam. Belki ben yanlış anlattım, özür
diliyorum, belediye meclis üyelerine katıldıkları her toplantıyla ilgili ödenek
vereceğiz, onda bir değişiklik yok.
Belediye encümenine katılan
üyelerin sayısının değişmesiyle ilgili Esra Hanımın sözleri var. Bu
tartışılabilir, ama bu konuda bir değişiklik düşünmedik.
“Çevre ile ilgili konular
tasarıda yetersiz” dedi. Bizler farklı grupların, farklı meslek kuruluşların,
farklı kişilerin çağrılarına hep olumlu cevap verdik ve toplantılarına
katılıyoruz. Geçen sene Çevre Mühendisleri Odası beni davet etmişti. Yasa
tasarısının sadece çevreyle ilgili konularını tartıştığımız bir toplantı
yapılmıştı. Sanırım, o da kitap halinde basılıyor. Sanıyorum o kitabı
bulabilirsiniz veya ben bir örneğini size gönderebilirim. Orada konuyla ilgili
1,5 - 2 saat süren açıklamalarda bulunmuştum.
“Belediye meclis üyelerinin
seçilme nitelikleri değiştirilsin; biraz okumuşlar seçilsin ve saire” denildi.
“Belediye meclis üyesi olacak kişilerde belli nitelikleri arayalım” diyorsunuz;
o demokrasiye aykırıdır. Belki burada hoşumuza
gidiyor, lise
mezunları olsun üniversite mezunları olsun, mastır bile yapsınlar, benim de
hoşuma gider, ama o demokrasiye uygun değil. O nedenle, bunu yeniden
değerlendirmemiz lazım. Ancak şu anda toplumun tüm kesimleri belediye
meclisinde temsil ediliyor mu? Hayır. O anlamda benim de ciddi şikayetlerim
var, ama bunun çözümü o seçilme yeterliliğine birtakım yeni şartlar eklemek
olmamalıdır, diye düşünüyorum.
Oğuz Bey, “Yasada birtakım
hükümler var ama bu hükümler yeterince uygulanmıyor” dedi. Ben de aynı
sıkıntıdayım. Mesela, 1580 sayılı Kanunun 14 üncü maddesi var. O maddede “Her
Türk nüfus kütüğüne yerli olarak yazıldığı beldenin hemşehrisidir.
Hemşehrilerin belediye işlerine, reye, intihaba, belediye idaresinin iştiraki
ve belde idaresinin devamlı yardımlarından istifade hakkı var.” deniliyor.
Dünyada bundan güzel bir katılımcılığı düzenleyen madde var mı?... Muhteşem bir
şey, ne isterseniz var bunun içinde. Katılımcılıkla ilgili yeni oluşumlara,
yeni maddelere falan gerek yok. Bu üç satır var ya mükemmel yazılmış. Tek tek
kelimeleri bile vakit olsa da tartışsak. Bir toplantıda bu 14 üncü maddeyi
tartışmıştım. Bu madde, her haliyle katılıma açık. “Organlar tam düzenlenmemiş”
görüşüne katılmıyorum, demokrasi ve katılım önce düşüncede gelişir. Şunu şöyle
düzenleyelim, şuraya bir örgüt daha kuralım gibi düşünceler bana göre
yanlıştır. Biz tasarıda bununla ilgili temel hükümleri getirdik. Çok daha
ayrıntılı düzenlemeler getirmenin kanun yapma tekniği bakımından da uygun
olmadığına inananlardanım. Fikrim tartışılabilir, ama sadece şu 14 üncü madde
yeterlidir diye düşünüyorum. Hatta bu düzenlemeler yapılırken ben, “14 üncü
madde çok net, daha neyi getireceğiz” diye de görüş belirttiğimi hatırlıyorum.
“Mahalle muhtarlıklarını
kaldıralım” diye bir öneri geldi. 180 derece tersini düşünüyorum. Mahalle
muhtarları bizim tüm dünyaya gösterdiğimiz en iyi örgütlenme maddelerinden bir
tanesidir. Mahalle muhtarlığı bütçeli falan olamaz; çünkü mahalle muhtarlığı
bir yerel birimi değildir. Yerel yönetim birimleri bellidir, köydür, il özel
idaresidir, belediyelerdir. Eğer onu gündemimize koyarsanız, o zaman yerel
yönetimlere bir basamak daha eklemek zorunda kalırsınız; yani belediyelerin
altında bir de mahalle muhtarlığı ve bütçesini eklemek gerekir. Şu anda böyle
bir şey düşünülmemektedir.
“Bu tasarı,
kanun hükmünde kararnameydi, 8 ay sonra buna ne oldu
?...” Hemen
bir düzeltme yapmak istiyorum. Önceleri bu bir tasarıydı, sonra hükümetimize
verilen yetki çerçevesinde kanun hükmünde kararname şekline dönüştürüldü. O
yetki yasasının daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle,
tekrar yasa tasarısı haline getirildi. Buradaki düzenleme böyle.
“Hangi eleştirilerimizden
faydalandınız?” diyorsanız, bunu uzun uzun oturup tartışmamız lazım. Ancak
özellikle imar konusuyla ilgili görüşlerinizden çok yararlandık. İnşaat
mühendislerinin görüşlerinden faydalandık. Mimarlar Odası’ndan son derece
yararlandık. Tasarıyı onlara gönderip fikirlerini aldık ve değerlendirdik. Bu
yasa tasarısına birçok eleştiri getirilebilir, ama katılımcılığın az olduğu,
ilgililerin fikrinin alınmadığı konusundaki eleştirilere bizzat ben karşı
çıkıyorum; çünkü bizzat yaşadım, içindeyim. Bu anlamda neler olduğu konusunu
sizlerle birlikte daha ayrıntılı değerlendirebilirim.
Sayın Başkan, “Acaba HADEP’li
belediyeler olduğu için mi bu yasa tasarısı kuşa çevrildi?” dedi. Ben hiç de
aynı kanaatte değilim; yani yasa tasarısının neye çevrildiği konusunda biraz
daha yoğun tartışmamız gerekiyor. Ne beklediğinize bağlıdır bu. Bir sofraya
otururken bir ziyafet bekliyorsanız, önünüze konan ev yemeği sizi tatmin
etmeyebilecektir, bu da gayet doğaldır. Ben bu yasa tasarısının önemli
iyileştirmeler ve geliştirmeler getirdiği kanaatindeyim. Çok köklü
değişiklikler bekleyenleri, ziyafet sofrası bekleyenleri belki tatmin
etmeyebilir, ama bana göre ciddi bir sıçrama tahtasıdır, sıçrama noktası
getirecektir diye düşünüyorum.
Sayım Valim Recep YAZICIOĞLU’nun
açıklaması ile ilgili bir noktaya değineceğim. Biz maiyet memuruyken, o bizim
valimizdi. Kendisini hep izleriz, dinleriz. “Yerel yönetimler, kendi öz
gelirlerini öncelikle kendileri sağlayan idarelerdir” görüşüne katılıyorum.
Dünyanın her yerinde bu yüzde 50’nin altında değildir. Bizde ise ortalama
olarak yüzde 20-25’leri bulur veya bulmaz, bu son derece doğrudur.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER: Yüzde 48’dir. Bizde de dengeler öyle
altüst değil. Gerçek yıllar itibariyle o tür örnekler var; ama uluslararası
şekle uygundur.
KAYHAN KAVAS ( Devamla) : Doğrudur hocam, siz bilim adamısınız. O
rakamları da ben tekrar görmek isterim. Ancak ben oranın, sanki o kadar yüksek
olmadığını sanıyorum, yanılabilirim. Şu nokta da var tabii; bizim belediyelerimiz
kendi öz gelirlerini kendileri toplama konusunda çok istekli değildir.
1984’ten sonra imar yetkileri
kötü kullanıldı diye bu yetkiyi tekrar Ankara’ya almak doğru değildir. Bu bir
okuldur, bir dönemdir, yaşanacaktır, devam edilecektir ve adım adım gidilecektir.
Giderken yanlışlar da yapılacaktır, düşülebilecektir, ayak kanayabilecektir,
kafa, göz yarılabilecektir; ama gidiş daima iyiye doğrudur. Ve gidiş böyle
olmalıdır, böyle desteklenmelidir. Yanlışlar olabilir, eksiklikler olabilir,
ama bunu düzelterek daha doğru şekilde olacaktır. Gelecek kesinlikle yerel
yönetimlere doğrudur. Biz bu geleceği nasıl doğru düzenleyeceğimizle ilgilenmekteyiz.
Teşekkür
ediyorum
CEMAL GÖKÇE : Ben de teşekkür ederim,
sağ olun. Sırayla devam edelim, Sayın Oktay EKİNCİ, buyurun.
OKTAY EKİNCİ: Önce bu reform konusundaki görüşümü söyleyeyim.
Tarihte hiçbir zaman insanlar “haydi kalkın bir reform yapalım” diye yola
çıkmamıştır, böyle bir şey yoktur. Bazı olaylar olmuştur, bazı dönüşümler
olmuştur ve kolay da olmamıştır, çok büyük zorluklarla olmuştur. Ondan sonra
tarih, o işin adını “reform” diye koymuştur, yüzyıl sonra onun adına reform
denmiştir. Dinde, siyasette, aydınlanma sürecinde reform böyledir, ne
düşünürseniz düşünün böyle olmuştur. Onun için, “bir yasa taslağı hazırlayalım,
reform yapmış olalım” diye bir şey yok. Siz doğru işler yaparsanız, ciddi
dönüşümler sağlarsanız, günü gelir tarihçiler yazarken, “bu reformmuş, reform
olmuş” denir; ama kimse, hadi çıkıp şuradan bir reform yapalım dememiştir. Onun
için, siyasetçilerin ikide bir “reform yasası hazırladık” sözlerini falan ben
samimi bulmuyorum.
İkincisi, Yerel Yönetimler
Bakanlığı sorunuz vardı. Daha yakın zamanda 1992-93’te Erman Şahin Şehircilikten
Sorumlu Devlet Bakanıyken -daha sonra bir süre de Bayındırlık Bakanlığı yaptı-
Galata Köprüsündeki düzenbazlıkların üzerine gitmeye kalkışınca, o çok
demokratik siyasal partiler yasası devreye girdi. Parti Genel Başkanı ondan
kenara çekilmesini rica etti.
Şimdi askerlikte rica emirdir;
Particiler Yasasında ricadır. Parti genel başkanının ricası emirdir.
Dolayısıyla o da o emri yerine getirdi ve koltuğu bıraktı ve Galata Köprüsü de
devam ediyor. Şimdi o bakan şehircilikten sorumlu; bu da aslında saçma bir şey.
Bugün Behiç AK ya da Kâmil MASARACI’nın bir karikatürü vardı: Birisi böyle
yolda yürüyor; arkadan birisi “Düşünceden Sorumlu Devlet Bakanı” diye söylüyor.
Yani her şeyin bakanlığı kurulmaz. Mesela ‘Demokrasi Bakanlığı’ diye bir
bakanlık kursak; Türkiye’nin bütçesiyle, ekipmanıyla, her ilde, ilçede
teşkilatıyla, en güçlü bakanlığı olsa; demokrasi gelir mi? Ama bu şöyle bir
girişimdi: Acaba bu yerel yönetimlerin sorunlarını çözecek, koordine edecek ve
kentlerin doğru yönetilmesi için yerel yönetimlere bilimsel hizmet, planlama
hizmeti sunabilecek bir organizasyon olabilir mi? Bu ister bakanlık, ister
müsteşarlık olsun; böyle bir şey olabilir mi?
Bunun arayışı içersine girildi ve
2 yıllık da ciddi bir çalışma yapıldı. Özellikle bizim meslek odalarımızın
Ankara kesimlerinden, genel merkezlerden ve şubelerden arkadaşlar yoğun olarak
katıldı. İlhan Tekeliler, diğer uzman arkadaşlarımız katıldı.
Sonuçta şu görüldü ki; bütün
bakanlıkların kurulmasına ilişkin kararname, bazıları şu anda kanun hükmünde kararnameyle
Anayasaya aykırı olarak hâlâ devam ediyor. Çok önemli bakanlıklar; mesela
Kültür Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, bunlar hâlâ kanun hükmünde
kararnameyle çalışmalarına devam ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Anayasaya
göre, bir yıl içerisinde yasalaşmaları lazımdı; ama Türkiye’de, Anayasanın
şekli ne olursa olsun uygulanması diye bir koşul yok; neyse.
Şunun farkına varıldı ki;
istisnasız bütün bakanlıkların yerel yönetimle ilgisi var. Dolayısıyla bütün
bakanlıkların kuruluş yasalarında ve kanun hükmünde kararnamelerinde
değişiklikler yapıp, böyle bir organizasyona gidilmeye gereksinme var.
Buna hemen refleksler başladı ve
ilk refleks, -refleksi tepki anlamında söylüyorum- kimden geldi? Çoğunuz
hatırlarsınız; dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanı, üstelik aynı partidendi;
Prof. Dr. Onur KUMBARACIBAŞI’ndan geldi, ikisi de aynı partiden. “Ben Arsa
Ofisini vermem” dedi. Sen Arsa Ofisini vermezsen bu iş de yürümez. Daha
başlangıçta en önemli kurumu alamadı.
Dolayısıyla sayın valinin
saptaması doğrudur. Herkes ne konuşursa konuşsun; bulunduğu konumdaki statüsünü
devam ettirmek istiyor. Tabii sevgili YAZICIOĞLU ile geçmişte biz beraberdik,
kendisi Aydın valisiydi. Aydın valiliği dönemi orada önemli fırtınalar
estirmiştir. Kuşadası sorunlarını birlikte tartıştığımızı hatırlıyorum; ben de
o zaman Ege’de Mimarlar Odasında yönetici bir arkadaşınızdım; Muğla’daydım.
Sayın Yazıcıoğlu da
konuşmalarında; biraz önce de dinledik, benden sonra da herhalde dinleyeceğiz.
Katılımcılık, halkın katılımı, demokrasi, yerel güçlenme, merkezin bu konuya
karışmaması ve benzeri gibi. Gerçekten sayın vali çok radikal söylemleriyle
tanıdığımız birisidir. Ama örneğin, benim yakından şahit olduğum Aydın
Valiliğinde bunu uygulayamadı. Tokat ve Erzincan’da uygulandı mı? Onu
bilemiyorum. Ama böyle düşünen vali bile uygulayamıyor. Düşünüyor; fakat
uygulayamıyor. Üstelik diğer kamu yöneticileri gibi yetkisiz insanlar da değil
valiler. Yetkili dahi düşündüğünü ve olması gerekeni yapamıyorsa; o zaman çok
ciddi bir sarmalla karşı karşıyayız demektir. Onun için bu örneği verdim.
Katılımcılık; o noktaya
geliyorum. Hocam dedi ki; methetti, “Oktay EKİNCİ şöyle yapalım, böyle
yapalım.” Benim konuşmamın bütününe bakacak olursanız, arada hiç değilse böyle
katılımcılık diye bir ifade var. Hiç değilse bu yanını alıp, sahiplenip,
geliştirelim anlamında söyledim. Ama ben şu endişemi söylemedim ki; Hocam beni
eleştirdi madem, söyleyeyim: “Şimdi bu imarı ayıkladılar ya, böylece bence çok
önemli bir bölümünü ayırdılar. İşi bilmem neye çevirdiler ya; korkuyorum ki;
Meclis sürecinde de katılımcılık gibi bize bir iki umut veren maddeyi de
ayıklayacaklar. Yani daha ayıklama operasyonu olanakları bitmedi; daha var.
Önümüzdeki süreçte de, onları da ayıklarlarsa; o zaman Kayhan KAVAS’la biz
gider Sarayburnu’nda balık tutarız.
Belde belediyesi: Belde belediyecisi
arkadaşlarıma, en çok sevdiğim arkadaşıma şunu bir türlü anlatamadım. Ben genel
de belde belediyelerine karşı bir insan değilim, Mimarlar Odası da karşı değil;
olamaz da. Çünkü Türkiye’de 3 600 belediye var; 2 700’ü belde belediyesidir.
Belde belediyesine karşı çıkmak mümkün mü? Yani bir yerin nüfusu, belli bir
düzeyi geçince, orası tabii ki belediye olacak; bunu savunuyoruz.
Şu anda Fransa’da 36.000 belediye
var. Belediye örgütlenmesi çok önemli. Beldeyse belde olur; ilçeyse ilçe olur.
Biz büyük şehir, metropoliten yerleşme alanı içerisindeki belde
belediyelerinin, metropoliten bütünlük içerisindeki belde belediyelerinin, imar
açısından bağımsız hareket etmelerini öngören yapılanmaya karşıyız. Buna
kendilerinin de karşı olması lazım. Yani bu kadar net bu iş. Yoksa biz geri
zekâlı mıyız, belde belediyesine karşı olalım?..
Metropoliten alan içerisinde, o
metropolün bütüncül planlama kararları dışında sadece kendi sınırları
içerisinde hareket etme yetkisini taşıyan bir belde belediyeciliği yanlıştır.
Değerli belediye başkanları yanlış bir strateji içindesiniz. Yanlış içerisinde
doğru yapma çabası gibi bir mucizeyi belki gerçekleştirirsiniz. Yani sistem
yanlış, ama siz kişisel olarak doğru yapıyorsunuz, bu mucizedir. Olabilir, yasa
öyle, şimdi dolayısıyla da yasayı değiştirmemiz gerekiyor; bu kadar basit.
İstanbul’un en yüksek kulesi niye
belde belediyesi sınırı içinde? Bir belde belediyesi, İstanbul’un kentin
simgesi haline gelen en yüksek kulesini, bilmem neyi yapma yetkisine nasıl
sahip olabilir? Böyle bir şey olabilir mi? O belde belediyesi benim kardeşim,
amcamın oğlu bile olsa, ben bile olsam. Böyle bir şey olabilir mi?
Sadece Beylikdüzü’nde 2.500.000
nüfusun istihdamına yönelik imar planı olduğunu neden unutuyoruz? Biz
Belediyeler Birliğinde bir araştırma yaptık. Arkadaşlar, Avcılar’dan Silivri’yi
geçinceye kadar 19 belde belediyesinde, mevcut imar planlarındaki projeksiyon
nüfus 5.6 milyon. Ya dünyada kaç tane 5.6 milyonluk kent var; böyle bir şey
olabilir mi? Projeksiyon nüfus, yani umut şu: 5.6 milyon elbet buraya gelecek,
bu bilmem ne olacak.
Şimdi yine sevgili arkadaşıma
söylüyorum; beldesinin her tarafını planlamış; yandın. Bütün oraları imar
arazisi haline getirdin. Efendim, daha önce gecekonduydu, şimdi planlı. Daha
önceki gecekondu su havzasında kuruluyorsa, şimdi de bina planlı kuruluyorsa o
planlı değildir. Onun adına plan denmez. Yağmanın organizasyonu, rantın
organizasyonu krokisine, bunlar rantın organizasyonu krokileridir. Bu krokilere
imar planı denilmez.
Maalesef
yürürlükteki yasa bunlara imar planı diyor ve belediye başkanlarımız da
televizyonda tartışıyorlar: O diyor ki; “1000’lik senin olsun, 5000’lik benim
olsun”. Öbürü diyor ki; 50 binlik senin olsun, 5 binlik benim olsun.” Anlamayan
birisi diyecek ki; “ Bunlar para alışverişi mi yapıyorlar?” Şimdi efendim bu da böyle olmaz.
Okumuşlar; bir soru da o.
Başımıza ne geldiyse okumuşlardan geldi başka. Şu an bütün o arkadaşımızın
eleştirdiği siyasetler, yeni taslaklar, şunlar bunlar. Bütün bunları 5 dil
bilen, yurtdışında üniversite bitirmiş, kravatlı, karşısına çıktığınız zaman
engin bilgilere sahip insanlar yapmıyor mu? Yani bu paketleri kimler
hazırlıyor? Bu başımızın belası olan uygulamaları kimler yapıyor? Meclise
mimarın, mühendisin girmesi onun için önemli
değil.
Bir örnek vereyim sizlere: Genel
Başkanlığımın ilk döneminde, Türkiye’de 9 tane mimar belediye başkanı vardı.
8’ini onur kuruluna verdik. Yani belediye başkanı mimar artık diyorsun ki;
“Tamam bu kent kurtuldu.” Daha da beter oldu. 9 mimar belediye başkanından
8’ini meslek şeref ve haysiyetine aykırı belediye başkanlığı görevini
sürdürdüğü gerekçesiyle; Haysiyet Divanına verdik. İşte Bursa’daki bilmem
neredekini, şuradakini, buradakini. Yani eğer niyet imar rantını çoğaltmak ve
yağma olunca; aman mimar, mühendis olmasın, çünkü işin tekniğini bildikleri
için, daha beter oluyor.
Bu bakımdan, önemli olan mesele
bu anlayıştan uzak bir yerel yönetim sistemi kurabilmektir. Eskiden, benim
çocukluğumda, birisi şaka yapardı; derdi ki; “Bana bak”. Diğeri derdi ki; “Sana
belediye baksın.” Hatırlarsınız; şimdi bu laf kalktı. Mesela, benim çocuklar
falan bilmiyor. Niye öyle derdik? Çünkü belediye, herkese bakan; herkesi
şefkatle kucaklayan; çaresiz kalanın kapısına gittiği; halktan kurumlardı.
Ne zaman ki imara bulaştılar; bittiler.
Kayhan KAVAS dedi ki; “İmar yerel yönetimlerde olacak.” Tabii yerel
yönetimlerde olacak; ama imar bir bilimdir. Bilimsel bir süzgeçten geçmeden bu
olur mu? O zaman kapatalım bütün şehircilik okullarını; aramızdaki bütün şehir
plancıları, mimarlar, mühendisler diplomalarımızı yırtalım. Bilimsel olarak
verilmesi gereken karar; demokrasi ile verilmez. Ama hangi demokrasi ile
Bernard Shaw’ın tanımladığı demokrasi ile verilmez. Su deniz seviyesinde 100
derecede kaynar. Referandumla onu 80 derecede kaynatamazsın. İsterse belediye
meclisi top yekûn karar versin; kaynatamazsın. Şehircilik bilimdir; o halde
biliminin süzgecinden geçtikten sonra, tabii ki Meclisin demokratik yetkisi
alınır. Bütün bunlara maalesef bu yasa taslağı çare değildir. Ne yapacağız? Ya
bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız.
CEMAL GÖKÇE : Teşekkür
ederim, Sayın EKİNCİ. Buyurun Sayın YAZICIOĞLU.
RECEP YAZICIOĞLU : Her organın seçilmişliği şart değildir. Malum,
karar organlarının seçilmişliği asıldır ve o karar organlarını seçtiğiniz zaman
icra organının seçilmişliği, mutlak şart değildir. O nedenle dünyada yaygın
uygulama profesyonel yöneticiliktir.
Türkiye’de de profesyonel
yönetici olarak yetiştirilen bir tek kesim vardır; o da kaymakamlardır. Şimdi
İngiltere’de belediye başkanlığını kim yapıyor? Seçilmiş belediye başkanı mı
yapıyor? Meclisin atadığı profesyonel bir yönetici yapıyor. Meclis başkanı da
şehri ve beldeyi temsil ediyor.
Aynı şekilde Amerika’da da dört
ayrı model var. Birisi de budur. Yani belediye meclisi profesyonel bir yönetici
atıyor; belediye meclisi başkanı da, şehrin sembolik temsilcisi oluyor;
belediyede makamı da yok.
Böyle bir şeyin demokrasi ile
falan ilgisi yok. Zannedilir ki; il genel meclisi valinin emrindedir. “Yat”
der, yatar; “Kalk” der, kalkar; yok öyle bir hadise.
İl genel meclisinde ne tartışmalar, ne kavgalar
yapmışızdır. Bir tane reyin var senin orada. Hele bu devirde böyle bir şey yok.
Ama paran pulun olmadığı için; tartışılacak konu çok sınırlı olduğu için;
genellikle fazla tartışma çıkmaz. Alternatif yok çünkü. Tabii bir kısım valiler
de repoculuğa başlayınca o mevcut para da harcanmıyor zaten, tartışma sıfır
oluyor.
Sayın ECEVİT diyor ki: “Bu yerel meclislere fazla yetki
verirsek, Doğudaki aşiret sistemi daha etkin hale gelmez mi?” ECEVİT’in
tereddüdü bu. Şimdi bakın ne diyor: Şûralar kurulmuş 1921’de. Sovyetlerden de
biraz mülhem “meclis” dememişler; şûra demişler. Daha da güzel bir kelime;
çünkü şûra olayı inanç olayına da uygun. Meşveret 1921 Anayasası’na göre halk
bucak meclisini seçiyor. Bucak meclisi, encümeni ve bucak müdürünü seçiyor.
Fakat halkı yetiştirmek;
amel-i mekteb-i terbiyeden başka bir şey yoktur. Buna iman etmek gerekir. Bugün
oraya gönderdiğimiz 800 000 kuruş bir nahiye müdürünüzü zaten orada erbabı
nüfuzun elinde adi bir aletten başka bir şey değildir. Binaenaleyh, “efendiler
halkın idaresini mahalliye bırakmaktan başka çare yoktur” diyor. Yani Ecevit’e
adam seksen yıl önce cevap vermiş. “Bu iş buradan başlanmalıdır” diyor.
Aşiretler şimdi Türkiye’yi yönetmiyor da, yerel meclisler etkili olunca,
aşiretler yönetecektir.
Şimdi yine şurada ve evvela köylüleri “iktidar yerinden
başlayacak” diyor, devleti tesis etmeye uğraşanlar temeli ihmal ettikleri
içindir ki; ne kadar muazzam bir bina kurmaya çalışmışlarsa, mutlaka
yıkılmıştır. Evvela köylüleri iktidar edip de onların idaresini tanzim edip,
aşağıdan yukarıya doğru idare yapacağımıza tuhaf bir zihniyetle daima yukardan
başlamışız. İstanbul’da teşkilat, merkezde teşkilat, en çok olabilse büyük
vilayetlerde teşkilat; fakat hep devlet teşkilatı. Katiyen halk ve millet
teşkilatı yok. Bunu 80 yüzyıl önceki adamlar
söylüyor.
Bakın görevde kaynak
bölüşümünü nasıl yapmış? Şimdi değişti bizim 5 yıllık planda; binlerce insanın
katılımıyla yapılan, Türkiye’de tek katılımcı, belki de en büyük organizasyon 5
yıllık plan hazırlık organizasyonlarıdır. Kimse farkında değildir bu işin ve
yasa haline gelmiştir. Bizim Dışişleri Bakanlığının da 5 yıllık plandan haberi
yok; çünkü orada il yerel idaresi diyor idi. Ondan hiç haberi yok; halbuki bu
kanundur, Meclisten geçti. Niye Meclisten geçti o zaman? Geçirmeyelim bunu neyse.
Aydın milletvekili
jandarmanın merkeze bağlanmasına karşı çıkıyor. Bir Milletvekili mesela; küçük
nafıa işleri, mesela bir kanal harfi, bir köprü inşası, yine böyle maarif,
ziraat, orman vesaire. “Bunlar mahalline bırakılmıştır” diyor. Yalnız büyük
devlet işleri, büyük ulusal projeler merkeze bırakılmıştır. Bu da mahalli
hizmetten sayılsın” diyor. “Hiç olmazsa bunlar vilayetlerin meclis-i
umumiyesinin nezaret ve murakabesi altında bulunmalı. Bunlar tarafından
muaheze, azil ve nasbedilmeli. Yoksa biz ömrümüz oldukça, dayaktan, kırbaçtan
kurtulamayacağız” diyor.
Ne dedi? “beyefendi” diyen,
üniversite hocasına, polis müdürü; “çaylak” dedi. Yani işkence yalnız sopa
vurmak değildir ki; herkesin önünde “çaylak” dedi ve adamı kovdu. Şimdi
tartışıyoruz; polisler tayinlerini kendi kendilerine mi yapsınlar, yapmasınlar
mı? Yani onun için “askeri demokrasi, askeri
cumhuriyet” dedi Cindoruk. Hiçbir gazete bunu yazamadı, hiçbir
televizyon da bunu söylemedi.
Demek ki netice şu: Aslında bana, bugün özel idare modeli
Türkiye’nin şartlarına uygun gibi geliyor. “Valileri seçelim” yerine bu karma
modeli; yani merkezi taşrada temsil edecek Vali, karar organı olarak yerel
politikacı.
Bugün yerel politikacı serseri mayın gibi orta yerde
dolanıyor, defakto var; yani fiili bir durum var.
Bugün diyelim ki; Seydişehir Alüminyum Fabrikasında 2 500
kişi çalışıyor. Kimin emrinde biliyor musunuz? Genel müdürün emrinde değil;
oradaki iktidar partisinin ilçe başkanının emrindedir. Kim genel müdür, şube
müdürü olacak? Kim terfi edecek, kim izin alacak, kim nereye gidecek? Kime ne
alınacağını, ne verileceğini ilçe başkanı karar veriyor.
Böyle bir kepazelik olur mu?
Yatağan’daki termik santrali
oradaki ilçe başkanının emrindedir. ‘Zurnanın son deliği’, genel müdürün
başında amir oluyor. Türkiye’de özelleştirmeyi çok tereddütle karşılayanlara.
Soruyorum: Bu kepazelikten bu adamları nasıl kurtaracağız? İlçe başkanının
yönettiği bir KİT; bakan falan değil. Bakanlar KİT’leri yönetmiyor. Tabii
bürokrasiye olan müdahaleleri, fiilen kaymakam ve vali olma durumlarını ben
yıllarca eleştirip; bunları “vali ve kaymakam yapalım” diyen adamım zaten.
Mümkün olduğu kadar da, bunları engellemeye çalışan bir kişiyim. O zaman bu
fiili durumu, bu serseri mayın vaziyetinden nasıl kurtaracağız? Ya bu yerel
politikacı karar organı haline gelecek.
Buradan üstadım çok güzel
söyledi; ya bugün üniversite yönetimleri en berbat yönetimlerdir. Türkiye’nin
en okumuş insanları üniversitedir. En kötü şekilde üniversiteler
yönetilmektedir. Böyle bir şey olamaz. Bugün üniversitede sade vatandaştaki
toleransın zerresi yoktur. Toleransın t’si yoktur. Beraber yaşama kültürü ve
anlayışı vardır. Ama üniversitede zıtların beraber olması diye bir şeyi
düşünmek mümkün değildir. Üniversitelerin ne hale geldiğini çok iyi görüyoruz;
karakol teşkilatına döndüler; rektörler de polis şefi oldular. Aslında
Üniversite sivil toplumdur. Üniversitesi yüksek sesle düşünmeyen bir ülkede
Allah kolaylık versin.
Hocam tabii kafamızı
karıştırdı; yani biz bazı şeyleri bodoslama anlatıyorduk; ama şimdi düşüncelerimizi
yenileyeceğiz gibi görünüyor. Tabii Birgül Hocamı da rahat bırakmayacağız.
Teşekkür ediyorum.
CEMAL GÖKÇE: Ben de
çok teşekkür ederim Sayın YAZICIOĞLU Sayın GERAY sizin de son sözlerinizi ve
sorulara yanıtlarınızı alalım. Prof. Dr.
CEVAT GERAY : Efendim, gerçekten çok canlı, tartışmalı,
hareketli bir oturumdan sonra ben bazı noktaları es
geçeceğim ama bir, iki noktaya da değinmekten kendimi alamıyorum.
İleri sürülen bazı konular
var: Bunlardan biri, acaba deprem yönetimi ile ilgili olarak belirtilen bir
nokta. Sayın GÜNDOĞDU, jeofizik miydi? Doğru değil mi efendim? Böylece
arkadaşımızı hep televizyonda değil de karşımızda görüyoruz.
Deprem yönetimi diye bir olay var; bu ayrı bir şey. Bu
sadece mühendislerin el atacağı bir konu değil. Yönetim bilimcilerin, sosyal
bilimcilerin hatta psikologların birlikte yürüteceği bir olay.
Tabii burada halkın da eğitilmesi gerekiyor. Bu büyük
felaketler, 12 Kasım ve 17 Ağustos depremlerinde, en son iki tane yaşadık. Bu
konuda sanıyorum ki; bir hayli uyanıklık var. Fakat belediyeler maalesef bu
konuda da dışlanmış durumda. Sadece Afet İşleri Genel Müdürü ve belli yerler.
Devlet kuruluşları bu işi yürütmekten sorumlu.
Eskiden biliyorsunuz,
Osmanlıda bir mahalle birliği vardı. Orada
insanlar yangını söndürmek için, tulumbacıları örgütlemişlerdi ve
mahalleler arası yardımlaşma vardı.
Şimdi ben Amerika’da, dünyada
ne var? Onlara girmek istemiyorum; çünkü her ülkenin kendi sosyoekonomik
koşullarına, yapısına göre çözümler bulmak gerekir. Ama bu arada mahalle
yönetimi ile de ilgili bir iki söz söylemek istiyorum. O da şu: Şimdi mahalle
halkını kendi sorunlarıyla, semtlerinin sorunlarıyla ilgilendirmek gerekiyor. O
zaman, şimdi gerçekten arkadaşımız söyledi; “mahalle muhtarlığı, köy değil; bir
yerel yönetim birimi değildir.” Hatta bence de, merkezi idarenin yapması
gereken, bazı kollukla ilgili işleri belli ölçülerde yapıyor ve yürütüyorlar.
Sadece yöneticiler seçimle geliyor.
Ama burada katılım konusunda
mahalle düzeyini harekete geçirmek ön koşulmalı. Yani bu belediye meclislerine
seçtiğimiz insanı, mahalle ölçeğinde temsilciler gitmeli ve orada mahalleler
temsil edilmeli. Bizde öyle olmuyor; partiler temsil ediyor veya başka şey. Ben
ayrıntılara girmiyorum; ama bu konuda daha önce TODAİE’de, Amme İdaresi
Enstitüsü’nde geçen sene bir Yerel Yönetimler Sempozyumu yapıldı ve orada
mahalle yönetimi ile ilgili çok ilginç bilgiler sunuldu; tartışmalar yapıldı.
Ama benim dikkate getirdiğim
nokta; eğer demokratiklikse, katılımcılıksa; bırakalım yerel yönetim birimi
haline getirmeyi mahalle muhtarlıklarını; fakat hiç değilse mahalle
temsilcileri üzerine belediye meclisleri oluşturulmalıdır; görüşünü
savunuyorum. Tabii vatandaş ve yurttaş olmak konusu aslında çok önemli bir konu. Ben Türkiye’
de demokrasi ve yerel
yönetim kültür
ve geleneği oluşmamıştır derken; yurttaşın yurttaş, kenttaşın da kenttaş
olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Şimdi “Avrupa Kentler Şartı” adıyla çevrilen, kentli
hakları var; ben “kenttaşlık hakları” diyorum. Bu haklarının bilincinde,
ayırdında ve onun gerektiği gibi hareket eden bireyleri yetiştiren bir eğitim
sistemimiz yok. Biz vatandaşı daha çok kul olmak, daha çok teba olmak anlamında
görüyoruz. Halbuki yurttaş, haklarına sahip çıkmalı, yanlışlıkları görmeli,
tepkilerini göstermeli ve buna göre de katılım düzenekleriyle yönetime
katılması ve denetlemesi sağlanmalıdır.
Çağdaş yöneticiyle ile ilgili açıklamaları daha önce
yaptılar. Gerçekten biz belediyeleri kurmuşuz; belediye bürokrasisini
kuramamışız ve bu bürokrasinin başında da profesyonel yöneticiler yetiştirilmiş
ve çalıştırılmış değil. Yani zannediyoruz ki; vali ve kaymakam bu işleri yapar.
Hayır, valilik, kaymakamlık mülki idare amiri değildir. Ben de kaymakamlıktan
üniversiteye geçtiğim için bunu biliyorum. En iyi yetişmiştir, muhakkak. Ülkede
ondan başka, kalkınmanın, gelişmenin şeyini bilen insan olmayabilir. Ama
demokratiklik açısından, bizim, “city manager” dedikleri, kent yöneticisini bir
kere yetiştirmemiz lazım.
İkincisi, bazı meslekler var
ki; bunlar meclislere tabii giremezler. Seçim esastır; ama bunları istihdam
etmek, çalıştırmak üzere acaba ne yapabiliriz? Norm kadrolar ve benzeri
şeylerle her bir belediyede ne kadar mühendis çalıştırılacak? Bu arada çevre
mühendisi de çalıştırılacak. Bunu belirlemek mümkün; ama artık tek tek
belediyelerin mutlaka bir kent plancısı, bir mimar çalıştırması, her zaman için
küçük belediyeler için pek ekonomik değil. Birden çok belediyenin ortaklaşa
yararlanabileceği düzenekler kurulabilir. Büyük belediyelerin bu küçük
belediyelere yardımı esastır demiştim.
Buradan başka bir konuya
geçmek istiyorum. Belediyelerimizin imarla ilgili yetkileri açısından, hani
“belediye kurma siyasetimiz yok” dedik ve bunu söylerken özellikle de son
yayınlanmış olan şeyin, bu belediye kurulmasının ölçüt ve yöntemi hakkındaydı. Onun
için ayrıntı olarak şunu söyleyeyim: Efendim, belediye kurulması bir şey değil;
ama ayakta durabilen belediye kurmak. Aksi halde çok tehlikeli gördüm; biraz
önce Murat Bey belediye başkanı buradaydı.
Oktay EKİNCİ’ye katılıyorum;
“imar planını yaptım, imara açtım, rantlara el koyacağım veya birileriyle
paylaşacağız” demek; bunlar fırsat hazırlamak demektir; bu çok tehlikelidir.
Onun için belediyelerin
kurulması yanlış. Bir de hele böyle büyük kentlerin çevresinden Hatay’a
gittiğimde ki; sonradan Oktay da yazdı onu. Hatay’da belediye var; belediyeye
geçiyorsunuz, bilmem ne belediyesine - adlarını unuttum ama fotoğraflarını
çektim- geçtiğinizin ayırdında olamazsınız. Eğer o hak-ı zafer derdik biz;
böyle tabelalarını görmezseniz, benim öğrendiğime göre Antakya belediyesinde iç
içe, 9 belediye var. Çevrede birkaç km. ötedekileri de hesaplarsanız sayısı
daha da kabarır. Düşünün bu belediyelerin her biri kendi imar planını
yapıyor,onaylıyor ve yürürlüğe koyuyor. Bu yanlıştır.
Bunu başka yerlerde de
görüyoruz. Mersin’de, Samsun’da, Erzincan’da başka yerlerde, bu belde
belediyesi denilen; resmi, kanuni adı, kasaba belediyesidir; küçük belediyeler.
Kendileri imar planıyla yetkilerini kullansınlar kabul edelim; ama ana büyük
kentin bitişiğinde olduğu kentin imar planıyla tutarlılığını sağlamak gerekir.
Hele böyle ana kentsel alanlarda, İstanbul gibi metropoliten alanlarda, orada
artık gerçekten imar planlaması yetkilerinin tek elde toplanması gerekir ve
bunun denetlenmesi gerekir. Buradan İstanbul için yönetime, ‘İstanbul’a yakışır
bir İstanbul’, ‘İstanbul gibi İstanbul’ çalışmalarına, bu konuya bundan önce de
el atıldı.
Bunun bir yöntemi, 1956 yılına
kadar süren, İstanbul İl Özel İdaresi ve belediyesi ortak yönetimi vardı.
Pekâla İstanbul’un gelişeceği bu büyük alanda, tek bir otorite yerel yönetim
vardı. Fakat ben bu görüşlerimi yazdığım için Çağdaş Yerel Yönetimlerde
yayınlandı; hatta Selma ÜSTÜNIŞIK’ın da bir yazısı vardı. Burada hatta sadece
İstanbul ili sınırları içinde değil; tüm çevresiyle birlikte bir bölge olarak
İstanbul’un planlamasına yarayacak ve imar hareketlerini denetleyecek bir
bütünlük sağlanması gerektiğine inanıyorum. Başka amaçlarla da İstanbul
hakkında kanun tasarısı kanun hükmünde kararname taslağı, merkez valilerine
hazırlansındı, bunlar yasal aşamaydı. Ama orada İstanbul’u üç ile ayırmak, üç
tane ayrı belediye kurmak gibi idarenin
bütünlüğünü
bozacak çözümlerde, bu açıdan ben gerçekten İstanbul’da başlatılmış olan bu
çalışmanın ciddi bir şekilde sürdürülebileceğine inanıyorum.
Burada rantlarla ilgili olarak, Oktay arkadaşımızın çok
açıklıkla söylediği sözlere katılıyorum. Bir kent yöneticiliği, belediye
yöneticiliği rantlara konmak isteyenlerle, belediyelerin ortaklaşa kente karşı
suç işledikleri bir durum ortaya çıkmıştır. Bunun bilincinde olarak yine sayın
valimizin de söylediği gibi halkımızın, duyarlı ve bilinçli davranacağına ve
kent yönetimlerini denetlemek için bilinçli hareket, tepki göstereceklerine
inanıyorum. Bunun için ben yerel yönetimlerin güçlenmesini ulusal bütünleşmeye
aykırı değil, ulusal bütünleşmenin ön koşulu olarak görüyorum.
Ancak yerel halkın kendi yönetimine sahip çıkması yoluyla
yerel yönetimlerde ulusal üniter devlet içinde demokratikleşmeye geçileceğini
düşünüyorum. Ama gerçekten bu belediyeciliğin özellikle, etnik ayrışımlardan
dolayı pek istenmediği, bu anlamdaki yerleşmeye karşı çıkıldığı bir dönemi
yaşıyoruz. Ama gerçekten akıl için yol yordam birdir. Daha çok yerel yönetim;
ama bu yerel yönetimleri de başıboş bırakamayız. 1978-79’daki yerel yönetimler bakanlığı deneyimi başarılı olmamıştır.
Daha önce söylendi gibi geliyor bana; bana da yöneldiği
için şunu söyleyeyim: Oradan buradan genel müdürlükleri kopartarak kurulmuş
bakanlıklar yapay olmaktadır. Yerel yönetimlerin özerkliği, demokratikleşmesine
yardım edecek yerde, bu sefer daha çok bağlama yoluna gidilmiştir. Onun için
bence “Kentleşme ve Konut Bakanlığı” adı altında daha önce Devlet Bakanı Erman
ŞAHİN’in hazırlattığı yasa taslağına -ki Sayın Valimiz de Erzincan depreminden
bir gün önce Siyasal Bilgilerde bunu tartışmıştı- kentleşmeye sahip çıkacak bir
bakanlık olursa tamam.
Bugünkü Bayındırlık İmar İskan
Bakanlığı buna sahip çıkıyor diyemiyorum. Tam aksine, çünkü hasbelkader ben de
İmar İskan Bakanlığının Müsteşarlık görevini yaptım. Oradaki yanlışları da
biliyorum; ama doğrusu kentleşmeye sahip çıkacak bir bakanlık mutlaka
gereklidir. Bu arada yerel yönetimlerle, belediyelerle ilgili olarak bazı
düzenlemeler düşünülebilir; ama esasında kentleşmenin ve kentsel gelişmenin,
bölgesel gelişmenin sahibi olmak gerekir. Özür dilerim, çok konuşmadım değil
mi?
CEMAL GÖKÇE : Sayın GERAY ben de çok teşekkür ederim.
Şimdilik, bu
akşamın son sözcüsü Sayın AYMAN, buyurun.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER: Bu sefer süremi
söylemiyorsunuz değil mi?
Efendim, aslına bakarsınız;
ikinci tur dönünce bazı şeyler toplandı. Aklımız hemen yerelcilik, merkezcilik
diye oturuyor. Merkeziyetçilik Ankara’dan yönetilecek; aşağıya hiçbir şey yok;
ya da yerelcilik tersi olacak.
Tartıştığımız konu bana kalırsa bu değil. Bakın; devlet
örgütlenmesini merkeziyetçilik ilkesine göre kurmak demek; “yerel yönetimler
mülga” demek değil. Güçlü yerel yönetimi merkeziyetçilik ilkesi ile
yaratırsınız. Ama “ademi merkeziyetçilik” dediğiniz şey; siyasi olarak
kendiliğinden bir federal örgütlenmeyi sizden talep eder. Bu kesinlikle bir
idari teknik, idare hukukunun içindeki bir ayrıntı konu değildir.
Biz bunu çok canlı yaşadık. 1878 Berlin Anlaşması;
Osmanlı’nın parçalandığı anlaşmadır. 23. Madde B Fıkrası: Burada denir ki,
şartlardan biridir; Osmanlı mülkü için, en kısa zamanda yeni bir idari taksimat
yapılacaktır. İdari taksimat, yani yerel yönetim ve taşra yönetimi birlikte
düzenleniyor. Bu yasa tasarısı hazırlanıyor; 420 maddelik bir yasa. Yaklaşık 6
aydır bunu arıyoruz. Bizden önce İsmail Hakkı Göreli 1944 tarihli bir kitabında
“aradığını” söylüyor ve Bernard Lewis’de bulamadığını söylüyor. Kabul
edilmiştir; yayınlanmıştır; Edirne vilayetinde uygulamaya girmiştir, ancak her
nedense Düsturdan çıkarılmıştır; yok edilmiştir.
1878 yılında yaşanan olay; yani padişah onayıyla birlikte
hayata geçen bir tasarı; o dönemde benzeri büyük kavgalara neden olmuştur ve
ortadan kaldırılmıştır. Sene 1913; o tarihten 1913’e kadar bunun doğrudan
yılmaz takipçisi Prens Sabahattin’dir. Hürriyet ve İtilaf hareketi onun üzerine
oturur. Dikkat; yalnızca desantralizasyon demez Prens Sabahattin; çok iyi
bilirsiniz ki “teşebbüsi şahsi” der. Bir liberaldir o, yani klasik liberaldir;
desantralizasyonla hür teşebbüsün nasıl iç içe geçtiğini çok iyi bilir ve ikisini
beraber ister. Şimdi neoliberallerin istediği gibi; yeni sağ düşüncenin şimdi
istediği gibi; ikisi birbirini tamamlar.
Sorunumuz şurada belki de;
1960-70’li yıllar boyunca yerel yönetimi talep eden Türkiye’de sol oldu; sosyal
demokrat hareketler oldu. O tarihte, o sınıf kavgalarında, o siyasal
ilişkilerde, merkezi yönetime dayananlar, “ileriye bir adım bile gitmem” diyen
sağ partilerdir. Belediyeler, özellikle büyük belediyeleri yönetenlerde sosyal
demokrat ve sol olanlardı. Sovyet sisteminden doğru da yerel sovyet rüzgârları
geliyordu. Elde teorik olarak başka malzeme de
yoktu.
Ama çok şey değişti, 1980-82
yılından bu yana, o zaman solun, sosyal demokrasinin savunduğu bütün temel
kavramlar gibi desantralizasyon ve yerel yönetimle beraber, demokrasiye ulaşma
ideali de yeni sağın eline geçti. Zaman yeni, çok yeni her şey yerelleştirmeyi
talep eden akım, küreselleşme sürecinden beslenme özelliği taşıyor. Dünya
Bankası diyor ki: bunlar “İkiz kardeştir; küreselleşme nasıl kaçınılamazsa,
yerelleşme de kaçınılamaz. Küreselleştirmeye, ancak özelleştirme ve
yerelleştirme eliyle varılabilir.” Şemayı açık çiziyor; üstte global, altta
lokal, ortada nation state, sakız gibi çekmiş nation state’i, ulus-devleti.
Küresele ve yerele çekiştiriyor. Dünya Bankası açık söylüyor. Diyor ki:
“Ulus-devlet devri bitti. Bakın bunu kabul edebilirsiniz; ulus- devlet “zaten
burjuvazinin bulduğu bir şeydi. Ben zaten enternasyonalizmi istiyordum; gitsin”
dersiniz. Bu orada tartışılır; ama bu gizlenmez. Bunu gizlememek gerekiyor;
açık, fikirleri açık ortaya koymak gerekiyor.
Biz konuyu nasıl tartışıyoruz: Merkezde kalsın-kalmasın
yetkiler, milletvekili yetkisini kıskanıyor; yerele vermiyor. Vay sen yerele
güvenmiyorsun, merkeze güveniyorsun... Problem bu değildir. Sorun merkezdeki
ile yereldeki sorunu değil; sorun özelleştirme ve yabancılaştırma sorunudur.
Kamu hizmetinin daha fazla özelleştirilmesini istiyor musunuz? Özelleştirme
politikasının sahibi misiniz, değil misiniz; yanında mısınız, karşısında
mısınız? Bu yerel yönetim tasarısı özelleştirmecidir. Bunu tartışmak
zorundayız; yabancılaştırma, ülkenizdeki su hizmetinin, çöp hizmetinin,
‘yap-işlet’ ve ‘yap- işlet-devret’lerle yapılan baraj işletmeciliğinin yaşamın
en temel noktalarının, yabancı şirketler tarafından işletilmesine taraf
mısınız, değil misiniz? Tartışma budur; bu tasarı özelleştirmeyle beraber
yabancılaştırmayı açıyor.
İhaleci belediye mi
istiyorsunuz? Bakın, hep burada katılım konuşuyorsunuz; bütün dikkatleriniz
katılımda. Gelen ne katılımcı belediyesi? İhaleci belediye geliyor. İhalesini 1
yılda değil, 5 yıl kendi görevde kaldığı dönem boyunca yapma yetkisine sahip
belediye modeli geliyor. Seçimi kazananlar, göreve, kendi kampanyalarını
finanse eden, şirketler ile başlayacaklar. Bu tasarı bu yaklaşım ile siyasal
kadrolar ile şirketlerin kader birliği yasal güvence altına alınıyor. Benim
sorunum yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, güçlendirilmemesi değil; tam
tersine inanıyorum. Yerel Yönetimler güçlendirilmelidir. Anadolu’yu gezdiğim
zaman gördüm ki; inanılmaz bir potansiyel var ve önümüzde örnek olarak
gördüğümüz çok başarılı yerel yöneticiler var.
Yerel yönetimlerde, karşı devrimin karşı-reform
tasarısıdır; ama reform tasarısıdır, şu anlamda: Özelleştirilmiş belediye
hizmetleri; alanı daraltılmış kamu hizmeti, sözümona hizmet veren belediyeler.
Biz rant dağıtıyor diye plan yapma yetkisine neredeyse kötü gözle bakıyoruz.
Bütün verdiği hizmetleri ihalecilik sistemine oturtmuş bir belediye geliyor
karşımıza. Bu, sıradan bir yasa değişikliği değildir.
Artık üç düzeyi ayırmak
gerekiyor. Merkez mi, yerel mi? Benim böyle bir konum yok; hem merkez, hem
yerel. İkisi birlikte olacak, ikisi birlikte olmadan olmaz ve evet potansiyel
yerelden yakalanır.
Hiç “hayır” demiyorum; ama
sizlerle ikinci düzlemi tartışayım istiyorum. İstediğim şu: “İlke olarak
devletin örgütlenme tarzında, toplumu yönetme tarzında merkeziyetçilik ilkesini
mi, ademi merkeziyetçilik ilkesini mi benimsiyorsunuz?” diyorum. Kimse bunu
tartışmıyor; “aynı şey” deniliyor; aynı şey değildir.
Biz bunu tartışmaktan
çekiniyoruz; bir üçüncü aşama geldi önümüze. Kimse “ademi merkeziyetçilik”
lafını kullanmaktan da federalizmden de haz etmiyor. Onun yerine “subsidiarite”
geldi. Çağdaş devlet 500 yıllık bir devlettir dünya genelinde. 500 yıldan beri
anayasa hukuku, idare hukuku “subsidiarite” diye bir terim bulmamıştı; Avrupa
Birliğinin Maastricht Anlaşması’nda keşfedildi. Kökeni katolik öğretidir.
İncil’de geçer subsidiarite ve orada der ki: “En alttakinden başla; elindekini
önce taşıyabilecek olana ver; onun taşıyamadığını bir üste, bir üste, bir
üste”. Bu devlet örgütlenmesine uygulandığında ortaya çıkacak yapı
federalizmdir; böyle bir mantık federalizmin kurucu mantığıdır.
Merkeziyetçilik böyle kurulmaz;
merkeziyetçilik, evet ilk kuruluşunu tepeden aşağı yapar, ama hiç engel yoktur;
mümkün olduğu kadar en alta bırakmaya, hiçbir açıdan engel yoktur; Türkiye gibi
yaygın ve derin bir toplumsal mücadelenin yaşandığı bir yerde; hiç kuşkum yok,
o işbölümü pekala olacaktır. Bir kez daha söylemek isterim; elimizdeki tasarı
bir karşı reform belgesidir. İçeriği ihaleci yerel lehine belediyecilik ve
yabancılaştırmacılıktan ibarettir.
SALONDAN: Müşteri de kabul edebilir değil mi?
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER (Devamla): Bu mantıkta yurttaş,
hemşehri yoktur. Bunlar müşteriye dönüşmüştür.
SALONDAN : Eskiden görülen abone işleri hizmetleri şirketlere
yaptırılıyor şimdi.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER (Devamla) : Bakın, hiç uzak bir şey
değil. 10-15 yıl sonra işler böyle giderse yurttaşı ve kamu hizmetini
anlamakta, algılamakta çok zorlanacağız.
RECEP YAZICIOĞLU: Ama şu anda da vatandaşın durumu devletin
karşısında pek de makbul bir durumda değil. Müşteri ise belki saygı duyar.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER (Devamla): Arada çok önemli bir fark
vardır. Müşteri parası olandır; alım gücü olandır; daha ne olsun? Yani alım
gücün yoksa, ödemiyorsan kullanma; müşteri değilsin. Haklarınız sıfatınızla
sınırlıdır.
İzin verirseniz bir de şunu ekleyeyim: hiç uzak bir
gelecek değil; şunları duymaya başlayacağız. Böyle cin gibi parlayan gözlerle
göreceğiz: “Belediyeyi ihale edelim”; bu gelecek. Bu Amerikan kamuoyunda
tartışılıyor. Hoca “City manager” dedi; kamu hizmeti vermek için iyi fikirdir;
güzel fikirdir. “City manager”den governance tipi doğrudan işin sahibi
olanların bulunduğu kurula ve o noktadan da valilik olabilir, bakanlık ya da
başka bir kurum olabilir, bir kentin yönetimini olduğu gibi ihale etmeye uzanan
bir yol... Uzak değil, tartışılıyor; hapishane yönetiminin özelleştirilmesine,
Amerikan literatüründen okuduğumuz zaman,”hadi canım sen de falan” demiştik; gördük.
RECEP YAZICIOĞLU: Ülkeyi DERVİŞ’e ihale etmedik mi şimdi?
İhale modelini
aşağı yukarı uyguluyoruz.
Doç. Dr. BİRGÜL
AYMAN GÜLER (Devamla): Son olarak şunu söyleyeceğim: Affınıza sığınarak
yerel yönetimleri yanlış tartıştığımızı düşünüyorum. Yerel yönetimleri,
merkez-yerel kavgasına sıkıştırdığınız anda bir görüntüyü, perdedeki görüntüyü
tartışıyorsunuz. Gelin, arkasına geçelim; Hacivat’la Karagöz’ü yakalayalım. Orada
başka dinamikler var, başka toplumsal dinamikler var. Kamu hizmeti mi, özel
sektöre devredilmiş olan; daraltılmış olan kamu hizmetleri mi, yerli, içerden
vesaire mi; yabancı olan mı?
Yeni kavramlara karşı uyanık olmakta yarar var. Bir örnek
çok somuttur. Gerçekten küresel artık yereldedir. Aklımızın alabildiğinden daha
fazla mesafe alındı. Antalya su işletmeciliği dünya transnasyonal şirketleri
belediyesinin içinde bir numara olan Lyonnaise des Eaux adlı şirketin yüzde 100
sermayesindedir. Antalya, Dünya Bankasından aldığı kredi üzerine, ENKA ile
ortaklık kuran LdE ihaleyi kazandı ve ANTSU A.Ş. kuruldu. İşi bu şirkete on
yıllığına ihale edildi. Şu anda Antalya suyu Fransız kökenli bir transnasyonal
şirkettedir. Su çok pahalı oldu; çok dava açıldı. LdE şirketinin başı ağrıdı;
geçenlerde belediye başkanına “biz gideriz” resti çektiler; “Giderseniz gidin”
dendi; hiçbir yere gitmediler.
Ama bana bir söyler misiniz?
Neden gitmezler? Bakın, bu çok çarpıcıdır; Türkiye’nin İzmit’inde de yaşanıyor
bu. Çeşme Alaçatı’da başladı, Bursa’da başladı. Türkiye’nin Antalya merkez
olmak üzere 6 büyük su havzası var; onlardan bir tanesi Akdeniz ve en kaliteli
suya sahip olan bölge merkezi Antalya olan bu bölge Doğu Akdeniz, İsrail, Orta
Doğu, susuzluktan kırılıyor. Su ticaretinin en yüksek kârlar vaat ettiği bölge.
Dünya devi transnasyonal şirket, yalnızca Antalya suyunu işletmek üzere
gelmedi; ama dikkat ediniz lütfen; ayağını oraya yerel yönetim, belediye
üzerinden bastı girdi.
Yuvacık Barajında dereye
akıtılan suyun müsebbibi Thames Water bir başka transnasyonal şirkettir. İzmit
Büyük Şehir Belediyesi onunla ortaktır. Eskişehir’de deponi alanları yapmak
için koşturan özel sektör kuruluşları, Trabzon, Rize’de Dünya Bankası ve
K&W sürekli dayanışma halinde çöp fabrikaları yapma peşinde. Türkiye’de
toprağın üzerinde büyük değerlendirmeler yapılıyor.
RECEP YAZICIOĞLU: Hocam, merkez yapmıyor mu? Sanki merkez yapmıyor
da yerel yapıyor gibi bir fikir çıkmıyor mu şimdi?
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER (Devamla): Bakın yine ‘merkez-
yerel’desiniz. Onu söylemiyorum. Karşı çıkılması
RECEP YAZICIOĞLU: Ama ülkede özelleştirme furyası çıktı. Özel de
yerel de hep bu furyanın peşindeyiz.
Doç. Dr. BİRGÜL AYMAN GÜLER (Devamla): İşte bu politikaların önünü
açmak için yerelleştirmek geliyor. Söylemek istediğim şey şu: Politika olarak
karşınızda özelleştirme var. Burası kapitalist bir ülke; devlet de var özel
sektör de var. Ben de kimi işletmeyi iktidara gelsem; İktisadi rasyonalite
gereği satabilirim ya da kapatabilirim, tasfiye ederim, birleştiririm. Ama
bugün yapılan şey bir politika olarak özelleştirme bizi yok ede ede uygulamada.
Dolayısıyla yerel yönetim yasa tasarısına ilişkin olarak düşünüyorsak; sorun
“yerele yetki verildi”, “merkeze yetki çekildi” sorunu değildir. Türkiye’de devlet
ve tüm toplumsal dengeler, bu tasarıyla yeniden belirlenir. Bu basit bir iş
değil, 21. Yüzyılı yeniden biçimlendirmeye dönük bir iştir. Bu nedenle, eldeki
tasarıya özelleştirmeci, yabancılaştırmacı, kamu kurumu olarak değil ihale
makamı olarak belediyeyi örgütleyici, son olarak da Türkiye’yi küresel
piyasalara doğrudan bağlayıcı politikaların uzantısı olduğu için, neoliberal
nedeniyle, yerel yönetime yetki aktardığı için değil, karşı çıkılması
gerektiğini savunuyorum. Metnin şurasına ya da burasına iyi bir şey kondu;
destek verelim fikrinden vazgeçmek gerektiğini
düşünüyorum.
CEMAL GÖKÇE: Peki,
Sayın AYMAN çok teşekkür ederim, çok farklı bir boyut getirdiniz.
Sayın KAVAS “söylemem gereken
bir cümle var” dedi. Bir cümlesini alıp, oturumumuzu kapatacağım.
Buyurun Sayın
KAVAS.
KAYHAN KAVAS: Birgül Hocamla farklı
ortamlarda, bu konuları tartışıyoruz; ama çak ciddi görüş farklılıklarımız var.
Bunları söyledikten sonra, kendim hakkında ciddi bir şüpheye düştüm.
SALONDAN : Vallahi hepimiz şüpheye düştük zaten; yalnız sen düşsen iyi.
KAYHAN KAVAS : Siz, şimdi birçok
toplumsal hizmetten memnun musunuz? Ben şuna bakarım: Temiz olsun, zamanında
olsun, ucuz olsun. Hizmetin iyisi böyle olmalıdır. Bu illahi hizmeti kamu
kurumu versin; ama kötü versin, pis versin, pahalı versin, ama yeter ki bir
kamu kurumu hizmeti versin, öyle mi? Ben hizmetin yaşam kalitesiyle, bu
hizmetin alımıyla ilgiliyim. Denetim hizmeti verendedir. Sen hizmeti
denetleyemezsin. Ama “Ben hizmeti vereyim de, nasıl olursa olsun vereyim. Benim
halkım o pisliğe de layıktır, kötülüğe de layıktır.” Bu mantık çok yanlış. Bu
çok ciddi bir konu. İnşaat Mühendisleri Odası bizi niye çağırdı ? Acaba ne
eklenilmeye çalışılıyor? Acaba bu dışardan gelen şeyin meselesi mi ?
CEMAL GÖKÇE : Teşekkür ederim.
Arkadaşlar, sabrınıza sığınıyorum
ve tabii, ben çok iyi bir tartışma oldu diye düşünüyorum. Ben de çok dikkatle
izledim, dinledim. Sayın Birgül AYMAN GÜLER konuyu farklı bir yaklaşımla ortaya
koydu. Elbette ki, bu koyuş biçiminde, yerel yönetimlerin sunması gereken hizmetin
dışlanması anlayışı yok; bu başka bir şey. Dolayısıyla, ben Sayın AYMAN’ın son
cümleleri ile başlayarak, birkaç cümle ile toparlayıp bitireceğim.
Sayın AYMAN diyor ki: “21.
Yüzyılı yeniden örgütleyici bir anlayışla, yeni bir yerel yönetim yasa tasarısı
hazırlandı. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Küreselleşmenin getirmiş
olduğu bir boyuttur. Bütün dünyada iş böyle.” O zaman ben şimdiye kadar
geleneksel anlamda, yerel yönetimlerin nasıl olması ile ilgili hangi
hizmetlerin üretilmesi ile ilgili bu toplantıdan çıkarmış olduğum sonuçları
kısaca not ettim; onları da aktararak bitireceğim.
Yerel yönetimler koruyucu olmalıdır. Yerel yönetimler
öngörücü olmalıdır. Yerel yönetimler bilgilendirici olmalıdır. Yerel yönetimler
eşitlikçi olmalıdır. Yerel yönetimler denetlenebilir olmalıdır. Yerel
yönetimler denetleyici olmalıdır. Yerel yönetimler demokratik olmalıdır. Yerel
yönetimler hukuka saygılı, planlamacı olmalıdır. Benim bugünkü bu toplantıdan
kısaca çıkarmış olduğum sonuç bunlar. Ben panelimize katılan, gerçekten değişik
bir hava getiren, tartışmayı renklendiren, mevcut yasa tasarısını sunmasıyla,
kendine özgü görüşleriyle Sayın Kayhan KAVAS’a; yine her zaman zevkle
dinlediğimiz, bugün de buraya gelerek değerli görüşlerini bize sunan, Sayın
Recep YAZICIOĞLU’na; her zaman hocamız ve ağabeyimiz olarak bizlere destek
çıkan,
çağırdığımız her yere gelen, her noktada katkı sunan Prof. Dr. Cevat GERAY
Hocamıza; bugünkü tartışmalarla yerel yönetimler konusunun farklı bir noktada
tartışılması boyutunu, burada, ilk kez dinledim. Bundan sonraki tartışmanın
belki de ana hatlarını değiştirebilecek ölçekler koyan Sayın Doç. Dr. Birgül
Ayman GÜLER’e ve değerli meslektaşımız yüksek mimar Oktay EKİNCİ’ye
katıldıkları için çok teşekkür ediyorum. Sizlere de 6 saate yakındır sabırla
burada dinlediğiniz için, tartışmalara katıldığınız için çok teşekkür ediyorum,
iyi akşamlar diliyorum.
Bundan sonraki
etkinlilerde buluşmak üzere hoşça kalın.
Kaynak:
http://www.imo.org.tr/resimler/ekutuphane/pdf/10758.pdf
0 yorum:
Yorum Gönder